KAVRAMLAR NEDEN DEĞİŞTİ?...
ALLAH NE DİYOR? KİME DİYOR? NE ANLAMALIYIZ?...

"Oku! Yaratan Rabbinin adıyla!

"Oku! Yaratan Rabbinin adıyla!
İnsanı sevgiden/ilgiden/alâkadan yarattı! Oku! Senin Rabbin çok cömerttir! Kalemi kullanmayı öğretti! İnsana bilmediği şeyleri öğretti!" (96/1-5) "Daha önce hiç bir ayin yönetmemiş, hiçbir din fetvası vermemiş, din adamları arasında hiçbir kariyeri olmayan, önceki kitaplardan hiçbirini okumamış ve de doğrudan doğruya halkın bağrından çıkan" ümmi ve öksüz bir yüreğin vicdanında yankılanan ilk sözlerdi bunlar... Öyle ki bundan sonra tarihin akışı değişti. İnsanlığa bir öksüzün saf bir yürek temizliği içindeki vicdanından seslenen Allah, bir kez daha "Hayyu Kayyum" olduğunu yani dipdiri yaşam kaynağı ve yarattıkları üzerine titreyen, onları yalnız bırakmayan olduğunu gösterdi. Allah'ın insanlığa Kuran ile seslenişi bu ayetlerle başlamıştı. "Bizim dinimizin ilk emri okudur" deyip durduğu halde dünyada okuma oranı bakımından en geri sıralarda olmasından da anlaşılacağı gibi İslâm dünyası toplulukları, "öksüzün" vicdanında ilk böyle yankılanmaya başlayan bu ilâhî hitabı ne derecede doğru anlamakta ve yaşamaktadır? Bu ilk ayetlerde geçen okumayı "yazılı bir metni yüzünden okumak, tilâvet etmek"ten ziyade bir "eylem çağrısı" olarak anladığımızda daha işin başında bambaşka bir Kuran anlayışının söz konusu olduğunu göreceğiz. Çünkü burada Türkçedeki "ezan okumak (yüksek sesle çağırmak), meydan okumak, gözlerinden okumak, yüzüne yüzüne okumak, hayatı okumak, rahmet okumak" deyimlerindeki "okumanın kullanılışı gibi bir kullanım söz konusudur. Bu durumda mana:  "Ey öksüz! Tarihin önüne çık ve kendini peygamber olarak tanıt. Allah'ın sözünü insanlığa götür, mesajı taşı, insanları buna çağır. Zulüm karanlıklarını bir güneş gibi yararak (vel-fecr) zulme meydan oku. Bunun için varlığı ve hayatı yeni baştan bir okumaya tabi tut. Sonraki çağlar için bunun nasıl olacağını göster" demek olur.  Hz. Peygamberin Hira Mağarasından indikten sonraki hayatını takip ettiğimizde aynen bunu yaptığını görürüz. Onun, mağaradan şehre indikten sonra, örneğin harıl harıl kitap okuma faaliyeti içine girdiği görülmemiştir. Kendisine kitaplarla dolu kütüphaneler aramamıştır. Bilakis tarihin önüne çıkmış, kendini peygamber olarak tanıtmış, meydanlara atılarak Mekke'ye egemen o günkü "Kabe çetesini" tam bir meydan okuyuşla sarsmıştır. İşte bu "meydan okuma" tam yirmi üç yıl sürmüştür. Yirmi üç yılın sonunda bu meydan okumayı her aşamasında yönlendiren sözler bir araya getirilmiş ve ona da söz konusu bu okumayı yönlendiren metinlerin bir araya getirilmesi, toplanması anlamında "Kuran" denmiştir. Demek ki Kur an sadece bir "metin" değildir. Arka plânında yirmi üç yıl süren bir "yaşayan okuma" vardır. Demek ki Kuran fildişi kulelerinde oturarak yazılmamıştır.

Bilakis o, yaşayan hayatın içinden gelen (ivecen qayyime) bir sesleniştir. Bu hitapla ortaya çıkan din de bu nedenle bir tapınak dini değil hayat dinidir (dinulqayyime).

Bu durumda yirmi üç yıl süren bu seslenişin metinlerinin toplandığı kitap da yaşayan hayat kitabı (kitabun qayyime) olur. Hitabın kendisi ise dipdiri yaşam kaynağı ve yarattıkları üzerine titreyenin (hayyu qayyum), bir öksüzün vicdanı üzerinden insanlığa seslenişi manasına gelir.

Demek ki bu kitap esas itibarîyle yaşayan hayatın içinde "okunur". Masa başlarında ise hakkında bilgi sahibi olunur. Çünkü onun oluş ve doğuş tabiatında dosdoğru yaşayan hayatın içinden gelen (kitabun qayyime) özelliği vardır. Keza hakkında bilgi sahibi olurken bile "metafizik bir gerilim" içinde ve "korku ve titreme"  (huşu) halinde olmak icap eder. Aksi halde size kendini açmaz. Çünkü bu kitap tapınaklarda değil, varoluş sancısı çeken bir öksüzün mağaradan şehre inmesiyle şehrin sokaklarında, evlerinde, çarşılarında, pazarlarında ve de  giderek savaş alanlarında doğmuştur. Bu nedenle onu okurken, içinden, "dışarıda gürül gürül akan hayatın" sesini; diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının yalvarışlarını, kölelerin boynundaki zincir seslerini, at kişnemelerini, kılıç şakırtılarını, şehit feryatlarını, gazi çığlıklarını duymuyorsanız onu asla okumuş olamazsınız.

"Metinde geçmeyeni duyabilmek" demek olan "meal" işte bu bunun için vardır.

Çünkü Kur an sadece bir "metin" değildir. Onun meali de metinde görünenin yan tarafına yazılması değildir. Bilakis meal, metinde geçmeyeni duyabilme çabasının adıdır. Zira üzerinde çalıştığınız metin, metinlerden bir metin değildir. Bu metin öyle kolayına ortaya çıkmamıştır. Arkasında yirmi üç yıl boyunca esen bir ruh, dalgalanan bir heyecan ve coşkun bir hareket vardır. Bunlardan nasibiniz yoksa Kur an meali okumak veya yazmak ha bir kuru emektir...

Peki, şu halde nedir Kur an?

Kuran, bilgiden ziyade esasında bir bilinç kaynağıdır. Epistemolojiden ziyade ontolojiye dâhildir. Yani bilgi kaynağı olmaktan ziyade, bilgiye ulaşacak olan insanoğluna hitaptır. İnsanı çevresine tepki vermeye çağırır. Onda "Allah bilinci/şuuru" (takva) uyandırarak hayat yolculuğunda "birlikte yürümeye" davet eder.

Bu şuur uyandıktan sonra bilgiye insan kendisi ulaşacaktır.

Bilgi ise bütün varlığa saçılmıştır; tarih, tabiat ve hayat... Hepsine yayılmış vaziyettedir. Bilgi bütünüyle bir kişiye veya bir bölgeye inhisar edilmemiştir. İnsana düşen bunları aramak, esaslı bir hakikat arayışına girmek, tarihin, tabiatın ve hayatın neresinde ise bulup ortaya çıkarmak, Çin’de de olsa gidip almaktır.

Burada, Kuranda hiçbir "bilginin" yer almadığını söylemek istemiyorum.

Kur an tabiî ki diğerlerine nazaran rüçhaniyete, yani öncelenmeye lâyıktır. Fakat bu bütün her şeyin onda olduğu, ondan başkasına zinhar başvurmayacağımız anlamına gelmez. Zira Kur an, sınırlı sayıda bilgi verdiği yerde bile esas itibarîyle bilinç oluşturmak istemektedir. Kuran ın yazılı bir metin olarak tekrarlı, kesintili, vurgulu ve dalgalı akışında bunu görmek mümkündür. Esasında Kur an, deruni dile ve cânu gönüle yönelmiş bir hitabettir. Kuran, insanlığa hiç duyulmamış yepyeni şeyleri getirmez. Bilakis bilindiği halde uygulanmayan, o çok bilinen fakat oralı olunmayan, çeşitli sebeplerle savsaklanan, her insanda fıtraten var olan insanlık vicdanını (basâirun lih-nâs) uyandırmak ister (45/20).

Uyanan vicdanın hayata yansımasını bekler; iyilik, güzellik, doğruluk, dürüstlük, sevgi, saygı, söz, namus, adalet, erdem, vefa, dostluk, kardeşlik, cömertlik, yiğitlik, mertlik gibi temel insanlık değerleri (hablun-nâs) üzerinde ısrarla durur (3/112) ve sürekli olarak bunları talep eder. Bunları aynı zamanda Allah'ın ipi/yolu/değerleri (hablullah) olarak vazeder (3/112).

Kuran bize hakikat arayışında yoldaş olmak ister. Yardım eder, aptalca bir yanlışlığa düşmememiz için bizi uyarır. Soyut bir "Allah" kavramının peşine düşürerek, somut her şeyden bağımsızlaşmamızı sağlar. Böylece bizi her tür batıl bağımlılıktan kurtararak özgürleştirir. Bu anlamda Kuran işaretparmağı gibidir. Bilfiil, bizzat ve "hemen şimdi" işaret ettiği yöne gitmemizi ister, işaretparmağının kendisi ile uğraşıp durmamızı değil.

"Bu Kitap" her insana için-dışın öğretir; gökte, yerde, tende, canda bir "Yaradan" sezdirtir. Her kişiye benlik verir, yol açar. İnsanlık sergisine armağanlar astırtır. Yürekleri iyilikle besler. "El bağına girme!" der, dost yarasın sardırtır. Kuran bir anadır; her öksüze "Yavrum!" diye seslenir. Nice canları kardeş eder, birbiri için ağlatır. Bu Kitaptır; akıllara her bir şeyi sordurtur. "Düşün sonra inan" der, doğru yollar gösterir. Ululuğun yapılarını kurdurtur, çıplak dağları yeşilletir, viran köyleri şenletir..
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol