KAVRAMLAR NEDEN DEĞİŞTİ?...
ALLAH NE DİYOR? KİME DİYOR? NE ANLAMALIYIZ?...

Adem Kıssası

Dünya tarihinde insanlığa mal olmuş, başka bir kıssa var mıdır?

Sümer tabletlerinden Babil teolojisine, Yunan mitolojisinden Kızılderili efsanelerine kadar bu denli evrensel, kalıcı ve doğrudan insanlık macerasını özetleyen bir kıssa sanırım anlatılmamıştır.

Ali Şeriati’nin dediği gibi “yaratılış kıssası” bütün milletlerin din ve mitolojilerinde var. Değişik versiyonlarıyla nesiller boyu anlatılıyor.

Adem'i bu denli önemli kılan, bir taraftan “köken” anlatısı olması, diğer taraftan da “beni bana, seni sana, onu ona, bizi bize” anlatıyor olması olsa gerek. Çünkü her doğan çocuk bir Adem’dir. Ve her doğan çocukla birlikte Adem kıssası yeniden başlar.

 

Farklı dini metinlerde “Adem/Adam”, “Yaratılış”, “Adem-Havva”, “İblis” şeklinde ifade edilen “kıssaların anası” aslında içimizdeki savaşı/çatışmayı ve “hayat” denen  yolculuğumuzu anlatmaktadır. Anlatılan biziz; ben, sen, o hepimiz…
Bu nedenle kesinlikle üzerimize alınarak; “yaşayan kıssa”ya dönüştürerek okumamız gerekiyor.

Malum, Kur’an’da 23 kıssa, 22 de mesel (örnek) anlatılır. Kıssaların anası (Adem kıssası) ise Kuran’da toplam yedi yerde geçer (Bakara; 30–38, A’raf; 11–24, Hicr; 21–44, İsra; 61–65, Kehf; 50–51, Taha; 115–127). Kıssa’nın en geniş toplu özeti ise Araf suresinde verilir.

“Kıssaların anası” dememiz Kur’an kıssalarının kendi iç bütünlüğü açısından da boşuna değildir. Çünkü diğer tüm kıssalar andan doğar ve bir yönüyle onu açıklar. Örneğin Şeytanın ‘üstünlük iddiasını’ Firavun’da…
‘Yıkılmayacak bir mülke sahip olma hırsını’ Karun’da…
‘Beni sen azdırdın” (Allah böyle istedi) iddiasını Haman’da…
Tanrılaşma/ölümsüzleşme arzusunu Firavun ve Nemrud’ta…
‘Doğruluk ve dürüstlük yolunun üzerine oturma’ iddiasını ‘yol başlarına oturmuş, şehre hakim dokuz çete” de…
‘Yasak ağaçtan yeme” uyarısını Salih’in devesinde,
Talut’un, sudan içmeyin uyarısında…
‘Adem tövbesini’ peygamberlerde, Salihlerde…
‘Allah’ın yardımını’ Musa’nın Kızıldeniz’den geçişinde…
‘Adem’in Allah’tan kelimeler almasını’ İsa’nın Allah’ın sesi (kelimesi) oluşunda buluruz.


Bütün kıssalar “kıssaların anası” ile bir yönüyle irtibatlıdır. Diğer tüm kıssalar kıssaların anasıyla; kıssaların anası da bizimle irtibatlıdır. Döner dolaşır beni, seni, onu; bizi anlatır.

Bu nedenle “dinî zihin” de, olup biteni izah sadedinde “Şeytan da beni ateşten onu topraktan yarattın, ben ondan üstünüm demişti…”. Veya “Şeytan, Adem’i ve eşini yıkılmayacak bir mülk vaadi ile kandırmıştı, bunlar boş işler, dikkat etmek, haddi aşmamak lazım…” vs. türünden değerlendirmeler yapılır. Bitmek tükenmek bilmeyen bir yorum zenginliği yaratılır. Her vesile ile bağlantılar kurulur ve “kıssaların anası” her daim yaşar.

Bu açılardan bakılınca Adem kıssası gerçekten kıssaların anasıdır. Onda hayatın özü ve özeti vardır.

Aşağıda kıssayı, iyi anlaşılabilmesi için Kur’an’da geçen yerleri tarayarak iki “sahne” halinde topladım. Birinci sahneye gökteki ilk konuşma, ikinci sahneye de yerdeki diyalog dedim.

Birinci sahnede konuşmalar Allah, Melekler ve İblis arasında geçmektedir.
İkinci sahnede ise Allah, Şeytan, Adem/Adam ve Eşi yer almaktadır.
Birinci sahnedeki teorik muhayyile, ikinci sahnede pratik gerçekliğe dönüşmektedir.

Edebiyat diliyle söyleyecek olursak, birinci sahneye tümden “gerçeküstücü” anlatım tarzı hakimken, ikinci sahnede “toplumsal gerçekçi” eğilim görülür.


Bu haliyle “Adem kıssası” tarih boyunca birçok edebiyatçı, şair, filozof, bilge ve yazı ustasına ilham kaynağı olduğunu görüyoruz. Mesela (1020-1070) Yılları arasında yaşamış, Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig adlı eseri bu tarzda yazılmıştır.
Yusuf Has Hacip anılan eserinde dört kişiyi birbiri ile konuşturur: Kün-Toğdı adalet/kanun, Ay-Toldı mutluluk, Oğdülmiş akıl, Odgurmış akibet’tir. Eser boyunca bunlar birbiriyle konuşur ve insan, hayat, mutluluk ve gelecek hakkında öğütler verilir. Bireysel ve toplumsal kurtuluşun yolları gösterilir. Tarihin yükseliş ve çöküş yasaları anlatılır. Eflatun’un Devlet’i de aşağı yukarı böyledir…

“Kıssaların anasında” da esas amaç budur.

Kıssa sembolik kavram ve ifadeleri ile gerçeküstücü anlatımın dini örneğini teşkil eder. Önceki çağların dini metinleriyle irtibatlı yüksek derecede bir dini edebiyat ve metafizik kavramsallaştırma görülür. Malum Kur’an’ın ahlak, hukuk, siyaset ve doğa ile ilgili ayetlerini sembolik okuma imkânı pek yokken, özellikle metafiziği kavratma amaçlı anlatılarında ve kıssalarda bol miktarda sembolik kavram ve ifadeler görürüz. Bu açıdan kıssaların anası aynı zamanda “Kur’an’ın sembolik okunuşu” na gayet güzel bir örnektir.

Kıssada anlatıcı, bir gerçek varlık olarak Allah’tır. Allah’ın insan öncesi yarattığı ve yaratıldığı hal üzere olan tüm varlıklar; yeryüzü, gökler, geceler, gündüzler, dağlar, nehirler, yıldızlar, bulutlar, yağmurlar, bitkiler, ekinler, rüzgarlar vb. alemdeki tüm iyilik güçleri Melâike/Melekût olarak ifade edilirler.
Teşhis (kişileştirme) ve intak (konuşturma) sanatı çerçevesinde bütün bunlar Melekler adıyla konuşan, canlı bir varlık halini alarak dile gelip konuşurlar. Sonra Adem/Adam/İnsan olarak iç dünyamız konuşturulur. İçimizdeki “kötülük dürtülerine” birinci sahnede İblis, ikinci sahnede Şeytan denir. Adeta şavkımıza ayna tutulur ve içimizde ne gibi bir canavarın yattığı ve hangi hallerde uyanıp bizi yoldan çıkaracağı haber verilir…

Birinci sahne gökteki ilk konuşma

ALLAH: “Yeryüzünde bir halife var edeceğim.”
MELEKLER: “Biz seni övüp yüceltiyoruz, orada kan dökecek birisini mi?”
ALLAH: “Sizin aklınız ermez, Ben bilirim. Eğer biliyorsanız eşyanın isimlerini söyleyin bakalım.”
MELEKLER: “Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başkasını bilmeyiz, her şeyi bilen Sensin.”
ALLAH: “Ey Âdem! Eşyanın isimlerini söyle bakalım (deyince isimleri saydı). “Size göklerin ve yerin bilinmez derinliklerini, bildiğiniz bilmediğiniz her şeyi yalnız Ben bilirim dememiş miydim? (Haydi ) Âdem’i selâmlayın.” (İblis dışında hepsi selâmladı; o ise karşı geldi, büyüklük taslayarak reddedenlerden oldu. İblis cinlerdendi ve Rabbinin emri dışına çıkmıştı. Ben onlara ne göklerin ve yerin yaratılışında, ne de kendilerinin yaratılışında bir rol vermedim/şahit tutmadım.)
ALLAH: “Ben sana emretmişken neden selâmlamıyorsun?”
İBLİS: “Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu topraktan. Kuru balçıktan yarattığın birisine secde edecek değilim.”
ALLAH: “Öyle mi, yıkıl karşımdan, burada büyüklük taslamak senin haddine değildir, aşağılık küstah, defol! Ceza gününe kadar lanet sanadır.”
İBLİS: “Bana kıyamete kadar mühlet ver.”
ALLAH: “Peki, mühlet verilenlerdensin.”

İBLİS: “Beni azgınlığa ittiğin için ben de senin o doğruluk ve dürüstlük yolunun üzerine oturacağım. Önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından onlara sokulacağım. Çoğunu şükredenlerden bulamayacaksın. Onlara yeryüzünde olan şeyleri süslü göstereceğim ve onların hepsini azdıracağım. Ancak saf bir yürek temizliği içinde olanlar hariç.”

ALLAH: Ben de işte bu doğruluk ve dürüstlük yolu üzereyim! Kullarım üzerinde senin bir gücün olmayacak. Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak defol! Yemin olsun ki insanlardan kim sana uyarsa, hepinizi cehenneme dolduracağım.” (Bakara; 30–38, A’raf; 11–24, Hicr; 21–44, İsra; 61–65, Kehf; 50–51, Taha; 115–127).

Görüldüğü gibi Allah, “yeryüzünde” bir “halife” var edeceğini ilan ederek kıssaya başlıyor. Bu, halife olacak kişinin (Adem/Adam) öbür dünyadaki cennetten veya başka bir alemden gelmediğini gösterir. Kıssada anlatılan cennet bu dünyadadır ve evrensel adalet ve barış yurdu (dâru’s-selam) anlamında ebedi ve ideal ülkedir. Önce bu ülke/diyar kurulmuş ve içinde Adem ve eşi (insanlar) yaşıyor olarak resmedilmekte ve ne yaparlarsa böyle bir nimeti kaybedecekleri ve oradan çıkıp yeryüzüne (cehennemi bir hayata/kaosa/çatışmaya/kin ve düşmanlıklar içinde) dağılacakları anlatılıyor. (ikinci sahnede daha geniş gelecek).

“Halife” sözlükte mastar olarak “Birinin yerine geçmek, arkasından gelmek, vekil, önder, lider, imam olmak” anlamındadır. Bu kökten gelen kelimeler Kuran’da 130 yerde geçer. Toplam beş anlamda kullanıldığını görürüz: 1- Arkadan gelen, peşi sıra (halef), 2- Önder, lider, imam, başkan, iktidarı elinde tutan (halife), 3- Karşı çıkmak, karşıt olmak (muhâlefet) 4- Sözünden dönmek (ihlâf), 5-Anlaşmazlık (İhtilâf)…

Bu ayette ilk iki anlamda kullanıldığı anlaşılıyor. Dolayısıyla ayet; “Yeryüzünde şu ana kadar yaşayanların ardından, onlardan sonra daha gelişmiş bir varlık yaratacağım, bu varlığa yeryüzünün önderliğini vereceğim” demek olur. Arapçada devenin gebe kalmasına (halifetu’n-nâgatu) deniliyor. Bu durumda halife önceki bir şeyin rahminde varlığı mayalanmış olanın doğması, ortaya çıkarılması demek olur.

“Adem” sözcüğünün “yeryüzü toprağı” anlamına gelen “edimu’l-arz” kelimesinden türediği en sahih görüştür. Buna göre insan türüne “Âdem” adının verilmiş olması yeryüzünde olmuş olmasındandır. Nitekim Arapça’da esmerliği artmak (udûme), esmer, kara, yağız (edmâ’), etle deri arası tabaka (edeme), gökyüzü (edîmu’s-semâ), gece karanlığı (edîmu’l-leyl), bir şeyin dış kısmı (edîmu’ş-şey), deri, cilt (edîm) kelimeleri bu köktendir… Sümercede babam anlamına gelen (adamu), Asur-Babil dilinde yapılmış, meydana getirilmiş, ortaya konulmuş, çocuk, genç anlamındaki (adamu), Sabiî dilinde kul, insan anlamına gelen (adam), Türkçede insan, kişi anlamına gelen (adam) ve batı dillerinde (edmurd, edward) sözcükleri de aynı köktendir. İbranicede (adam) insan türü için kullanılan müşterek isimdir. Tevrat’ta insan türü anlamında beş yüzden fazla yerde geçer… Kıssada Âdem (Adam) önceki varlıklara nazaran daha gelişmiş, bilgi, akıl, kavram üretme, eşyaya isim koyma, konuşma ve dil yetenekleriyle donatılmış, ev (beyt) yapan, ahlak ve hukuk üreten “insanı” temsil etmektedir…

“İblis” Sözlükte “Hayret eden, şaşan, hayırsız olan, üzgün bezgin olan, surat asan, ümitsiz olan, şaşkınlığından dolayı susan, şaşakalan” anlamına geliyor. Akadçada Be’el, Baal; Efendi, Tanrı anlamında, Eski Filistin halkı tanrılarından Be’el zebub’a İbranîlerin verdiği aşağılayıcı isim olarak da kullanılmıştır. Yine Yunancaya iftiracı, kara çalan anlamında Diabolos, İngilizce’ye kötü ruh, şeytan anlamında Devil olarak geçmiş… İnsanoğlundaki kötülük temayülü veya dürtüsünü temsilen kıssanın semavî prolog (gökteki ilk konuşma) adını verdiğimiz birinci bölümünde iblis, yerdeki diyalog adını verdiğimiz ikinci bölümünde şeytan olarak geçtiğini görüyoruz. Kıssanın Kuran’da geçtiği yedi ayrı yerde aynı şekilde ilk bölümde iblis, ikinci bölümde şeytan olarak geçmektedir. Gökte iblis adıyla şahıslaştırılan bu temsil, yerde şeytan veya şeytanlar olarak ifade ediliyor. “Adam” içindeki bu kötülük dürtülerine kapılarak yanlış işler yapmamalıdır mesajı veriliyor…

“Secde”: Arâmicede “İbadet etmek, selamlamak, yere kapanmak” demek olan (SGD) kökü, anlamını koruyarak fakat orta harf değişikliği ile Arapça’ya (SCD) olarak geçmiş. Ayette saygı göstermek amacıyla selâmlama, selâm durma, tazim için ayağa kalkma anlamında kullanılıyor. Türkçe’de birine selâm durmak, saygı için ayağa kalkmak dediğimiz şey Arapçada yere kapanmak, eteğine yüz sürmek, ayaklarına kapanmak olarak kullanılıyor. Her ikisi de saygı ve tazim için yapılır. Katade, “Onun için secdelere kapandılar” (Yusuf; 100) ayeti hakkında, “O zaman insanların birbirine selâmı secde etmek şeklindeydi” der. Yine bir rivayette Muaz bin Cebel Yemen dönüşü Hz. Peygamber’e saygı maksadıyla secdeye kapanır. Hz. Peygamber bu yaptığının ne olduğunu sorması üzerine “Yahudi ve Hristıyanların büyüklerine böyle yaptığını gördüm, bu peygamberlerin selâmlamasıymış” der. Hz. Peygamber’de “Onlar peygamberlere iftira etmişler” karşılığını verir. Yine Hz. Ali huzuruna giren birisinin secdeye kapanması üzerine onu doğrultarak “Bana değil Allah’a secde et” der. Bunlardan hareketle ayette geçen secdenin ibadet değil; teşrif, saygı, selâmlama anlamında olduğu söylenmiştir (Razi). Çünkü Allah’ın kendisinden başka birisine bildiğimiz anlamda secde edilmesini emretmesi teolojik açıdan proplemlidir…

Şu halde kıssada “secde” kavramıyla, varlık sahnesine çıkacak olan “adam”a diğerlerinin (yerlerin, göklerin, ekinlerin, bitkilerin, yağmurun, rüzgarın vs.) saygı göstermesi, özgür irade, bilinç, akıl, kavram üretme, eşyaya isim koyma ve konuşma yeteneği ile geldiğinin, dahası bunun bir değer/avantaj (fadl) olduğunun kabul edilmesi anlatılmak istenmektedir…

Kıssada İblisin “ateş” ve “toprak” kıyaslaması yapması genellikle insanların birbirine “senlik-benlik” kavgası yüzünden zarar verdiği, insan olarak bir tarafımızın ateş; kıskançlık, bencillik, çekememezlik, kendini beğenme, kibir, üstünlük taslama, öfke, hırs, şer saçma, acı verme, yakıcılık gibi dürtülerden oluştuğu, diğer tarafımızın ise toprak; sükunet, bağışlama, tevazu, hayır üretme, ayıp örtme, kanaatkarlık, vb. özeliklerinden oluştuğu, bu ikisinin içimizde çatışma halinde olduğu, dolayısıyla insanın topraktan yana olması gerektiği çünkü yaratılış hamurunun ondan karıldığı (ondan yaratıldığı) ateş-çamur temsilleri ile anlatılıyor. Çünkü ateşin ve toprağın temsil ettiği insani özellikler kadim dini metinlerde hep böyle anlatılır. Demek ki şeytanın ateşi gerekçe göstermesi gibi, biz de, derimizi, dilimizi, ırkımızı, cinsiyetimizi, bölgemizi, kavmimizi vb. gerekçe göstererek üstünlük iddiasında bulunmamalı, bunlara dayalı hırs içinde olmamalı, toprak gibi mütevazi ve kanaatkâr olmalıyız.

Allah’ın “Defol, aşağılık küstah!” diyerek huzurundan kovduğu şey ontolojik varlık olarak İblis şeklinde kişileştirilmekte ve fakat bununla insanoğlundaki kibir, kendini beğenme, haset, ihtiras, üstünlük taslama, öfke, şehvet gibi “sen-ben” kavgasını körükleyen dürtüler dışlanmaktadır. Kovulan bu dürtülerdir. İnsanoğlu, bu dürtüleri kabardığında onları “aşağılık küstah, defol” diye kovmalıdır…

“İblis cinlerdendi… Ben onlara (iblis/şeytan, cin) ne göklerin ve yerin yaratılışında, ne de kendilerinin yaratılışında bir rol vermedim/şahit tutmadım” (Kehf; 50-51) ifadesi şeytanların ve cinlerin bizatihi ontolojik varlıklar olmadığını, insanın arazı olduğunu yani insanla ilgili/ona bağlı bir durumu ifade ettiğini gösterir. Ayrıca “Kullarım üzerinde senin (iblisin/şeytanın/cinin) bir gücü yoktur.” (Araf; 41-43) ifadesi de bunu destekler.

Aynı şekilde “Yaratma ikinci (bir ortak/şef’i) olmadan yalnızca kendisinin (Allah’ın) iradesi iledir.” (Yunus; 10/3) ayeti de meleklerle ilgili aynı durumu ifade eder. Yani Allah yaratmayı direk kendisi yapar, ikinci bir güce (melek diye ayrı bir varlığa) rol vermez, onu ortak yapmaz. Melekler Allah ile ilgili/O’na bağlı bir durumu (niteliklerini, sıfatlarını, melekelerini, yerde ve gökte yarattıklarını/melekûtu) ifade eder. Örneğin “ikişer, üçer, dörder kanatlı melekler” ifadesi hız ve kuşatıcılıktan mecazdır. Yani Allah’ın bir işi en hızlı ve en kuşatıcı bir şekilde (tüm kanatlarıyla/bütün yönleriyle) yaptığını anlatır. Keza “Onun kürsüsünü o gün sekiz büyük melek taşır” ifadesi de egemenlik ve üstünlükten mecazdır. Yani o gün (kıyamette) Allah her şeye egemendir ve her şeyin üstündedir, bütün yer ve gök güçleri (melekût) O’nun emri altındadır denmek istenir.

Şeytanın Allah’ı “Beni azgınlığa ittiğin için” diyerek itham etmesi, insanoğlunun yaptığı bir kötülüğü Allah’a atfetmesi ve “Allah böyle istedi” demesini ifade eder. Özellikle din adına konuşanlar yaptıklarını “Allah öyle istediği için” yaptıklarını söylerler ki dışlanması/kovulması gereken Şeytani bir haslettir.

“Sağlarından, sollarından, arkalarından, önlerinden sokulacağım” temsilî ifadesi Türkçede “Akla hayale gelmedik yollardan”, “Hiçbir fırsatı kaçırmadan, her fırsatta”, “Kafasında kırk tilki dolaştırıp hiç birinin kuyruğunu birbirine değdirmeden” , “Bin bir dolap çevirip düzen kurarak” diye ifade dediğimiz manayı çağrıştırır. İnsanın içinde böyle dürtüler kanın damarda dolandığı gibi dolanır ve “kötülük” dediğimiz şey buradan gelir…

Sağımızdan, solumuzdan, arkamızdan, önümüzden sokulmak nedir ve nasıl olur? Şeytan devam ediyor: “Onlara yeryüzünde olan şeyleri süslü göstereceğim (leuzeyyinenne).”(Hicr; 39-40). Peki, bize “süslü” kılınan şeyler nelerdir?

Kur’an kendi kendini tefsire devam ediyor: “Kadınlara, evlat/çevre/taraftar toplamaya, çil çil altınlara ve deste deste paralara, soylu atlara, sürülerle davarlara, geniş arazilere sahip olmak insanlara süslendi (zuyyine li’nnâs). Bütün bu zevkler dünya hayatının süsüdür (cazibe). Ancak asıl varılacak güzel yer Allah’ın yanıdır.” (Al-İmran; 14).

Görüldüğü gibi ayette anlatılanlar, bugün, adına şehvet, şöhret, servet ve siyaset dediğimiz iktidar araçlarıdır. Kadınlara düşkünlük (hubbi’ş-şehevâti min’en-nisâ) şehveti, evlat/çevre/taraftar (benîn) sahibi olmak şöhreti, çil çil altın ve deste deste para (ganâtıri’l-mugantarati min’ez-zehebi ve’l-fıdda) serveti, soylu atlar (ki yönetici takımı soylu atlara binerdi), sürü gibi güdülecek halka ve iktidar olunacak geniş arazilere (ülke/memleket) sahip olmak siyaseti ifade etmektedir.

Demek ki şeytanın yeryüzünde olanları süslü göstermesi bu oluyor. Şeytan, bize sağımızdan (siyaset), solumuzdan (servet), arkamızdan (şöhret), önümüzden (şehvet) sokulacağını ve içimizde bunlara dair hırsı harekete geçirerek bizi yoldan çıkaracağını söylüyor. Başka bir tabirle, bizi, içimizdeki bu “negatif enerjiler” yoldan çıkarır. Ne gelirse başımıza bunlara duyulan ihtirastan gelmektedir.

Kıssanın ikinci sahnesinde ise, daha derine inilerek bu ihtirasın içimizdeki kökü/yatağı teşhis ediliyor ve ‘şeytanın vesvesesinin’ tabiri caizse hammaddesinin bu olduğu açıklanıyor: “Melek/melik/mülk sahibi olacaksınız (en tekûne melekeyn). (Yani) yıkılmayacak bir mülk (mülk-i la yeblâ) elde ederek ölümsüzleşeceksiniz…” (A’raf; 7/20> Taha; 20/120). Melekeyn’in mülk-i la yeblâ şeklinde tefsir edildiğine dikkat ediniz.

Hay Allah, yine mülk meselesi! (ikinci sahnede daha geniş gelecek)

Görüldüğü gibi birinci sahne bir semavi prolog (gökteki/yücelerdeki/bilinmeyen alemdeki/Allah’ın yanındaki) ilk konuşma iken, birazdan gelecek ikinci sahne yerdeki diyalog oluyor. Birinci sahnedekilerin hiç birini göremiyorken, ikinci sahnede Adam ve Eşi gibi görünür, duyulur, dokunulur varlıklar öne çıkıyor. Birinci sahnede teolojik vurgu öne çıkarken, ikinci sahnede antropolojik vurgu daha baskın. Birinci sahnede öne çıkarılan İblisken, ikinci sahnede “Adam ve eşi” öne çıkıyor. Birinci sahnede Adam ve eşi, ikinci sahnede ise melekler diyaloglarda yok.

Bence önce birinci sahne verilerek Allah’ın “ilahi/ezeli zamandan” hitabı olarak, insanlıkta bir “yaratılış muhayyilesi” oluşturuluyor. Bu nedenle birinci sahnedeki olaylar ve kişiler duyulur ve akledilir nesneler şeklinde tasvir ediliyor. İyilik, kötülük, insan, insanın gücü ve kabiliyeti, varlık âlemindeki yeri, neden yaratıldığı, onu ne gibi tehlikelerin beklediği, güçlü yanları, zayıf tarafları vs. görünür, akledilir, algılanabilir suretlere sokularak kişileştiriliyor. Böylece canlı, yürüyen, konuşan, yer kaplayan, dokunulabilen, yanımızdan geçen şahıslar, zatlar gibi algılamamız sağlanarak dimağımızda canlı ve dinamik bir tasavvur oluşturuluyor.

Birbirini tamamlayan kıssanın ilk sahnesinde, aslında, Allah dışında bizatihi canlı, hareket halinde, ben bilincinde ontolojik varlık bulunmuyor. İblis, Şeytan, Melek, Âdem (Adam) kavramsallaştırmaları, Allah’ın gücü, kudreti, ilmi, melekeleri, insandaki kötülük dürtüleri, ilâhî hayatla irtibatlı bir takım olaylar ve yeni yaratacağı varlığın şahıslaşmış sembolleridir. İnsan algısının bunlarla ilişkisi kurabilmesine yönelik kolaylaştırılmış, indirgenmiş din dili ifadeleridir. “Mutlak Oluş” olarak konuşan Allah, olayları insanoğlunun muhayyilesine hitap ederek resmetmekte, şuur, tasvir ve tasavvur oluşturmaktadır. Özellikle İblis kavramının öne çıkarıldığı kıssanın ilk sahnesindeki “ilahi zamandan hitap”, Âdem ve eşinin öne çıkarıldığı az sonra gelecek ikinci sahnede, “yeryüzü sürecinde” örneklenmektedir. Böylece kıssa biz “Adem”leri iyice içine çekmekte, anlatılanların bizim hikayemizden başka bir şey olmadığı ortaya çıkmaktadır.

Ardından da “Ey Âdem’in çocukları!” şeklinde genel bir hitapla adeta insanın, iyiliğin, kötülüğün, varlığın, yokluğun, yaşamın, ölümün, geçmişin, geleceğin anlamı budur!” denerek tüm insanlık kıssanın çizdiği çerçeve içinde yeniden var olmaya/olmaya/oluşmaya çağırılmaktadır…

(ikinci sahne Yerdeki diyalog)

ALLAH: “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada ne acıkırsın, ne çıplak kalırsın, ne susarsın, ne de güneşin sıcağında kalırsın. Dilediğiniz yerden yiyin; ancak şu ağaca sakın yaklaşmayın. Aksi halde zalimlik etmiş olursunuz. Şeytan senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, yoksa bedbaht olursun.

ŞEYTAN: (Ayıplarını kendilerine göstermek için fısıldayarak) “Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması melek/melik olmanızı ve burada temelli kalmanızı önlemek içindir. Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve yıkılmayacak bir mülke sahip olmanın yolunu göstereyim mi? Yemin ederim, sizin iyiliğiniz için söylüyorum.” (Şeytan ikisini de boş sözlerle aldattı. Adem Rabbine asi oldu, yolunu şaşırdı. Böylece ayıp yerleri göründü de cennet yapraklarıyla örtmeye çalıştılar.)

ALLAH: “Ben size o ağacı yasaklamamış mıydım? Şeytan size apaçık bir düşmandır dememiş miydim?”

ÂDEM VE EŞİ: (Adem Rabbinden bir takım kelimeler aldı. Rabbi de onu seçti, tövbesini kabul etti ve doğru yolu gösterdi) “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve acımazsan perişan oluruz.”

ALLAH: “Birbirinize düşman olarak gidin. İşte size bir süreye kadar barınma ve geçinme yeri olacak yeryüzü! Orada yaşayacak, orada ölecek ve orada diriltileceksiniz. Artık Benden size bir yol gösterici geldiğinde kim ona uyarsa onun için korku ve hüzün olmayacaktır.” (Bakara; 30–38, A’raf; 11–24, Hicr; 21–44, İsra; 61–65, Kehf; 50–51, Taha; 115–127).

Görüldüğü gibi ikinci sahne “cennet” ile başlıyor. Birinci sahne ilahi zamandan/Allah’ın katından (semavi prolog) bir sesleniş idi. İkinci sahne ise “yeryüzündeki” cenneti, oranın nasıl bir yer olduğunu ve orada kalmak/kaybetmemek için neler yapılması gerektiğini anlatıyor.

Terim olarak “yemyeşil bir diyar, yeşillik ve ağaçlık bir bölge” anlamına gelen cennetin, kıssanın mesajı açısından antropolojik ve sembolik iki anlamı olduğu anlaşılıyor.

1- Antropolojik açıdan “cennet”, yeryüzünde bir bölgedir (Ebu Müslim). Bu durumda ilk insan veya insanlar “yeryüzünde” yaratılmış olurlar. “Öbür dünyadaki cennette yaratılıp bu dünyaya düşme/kovulma” şeklindeki Hristiyan algısı “ilk günah” doktrinini tazammun ettirdiğinden kabul edilebilir değildir. Bu durumda Adem ve eşi UFO iddialarında olduğu gibi dünyaya gökten iniş yapmış uzaylı bir takım yaratıklar gibi oluyor. Halbuki düşme/kovulma ile “İsteneni (ideal olanı) yapmazsan, konumunu yitirirsin, kaybedersin” denmek istenmektedir. Bunun bize örnek olacak ilk örneği yeryüzünden veriliyor. Zira Adem soyu yeryüzünün bağlık, bahçelik, yeşilliklerle dolu bir bölgesinde ortaya çıkmışlardır. “Bir zamanlar insanlık tek bir topluluktu. Aralarındaki kin ve düşmanlıktan dolayı anlaşmazlığa düştüler.” (Bakara; 213) ayeti de bunu gösterir.

Kıssada “Sen ve eşin cennette ‘iskân’ edin” denmesi, insanların çoğalmaya başladığı, sakinleri insan toplulukları olan yeryüzündeki bağlık, bahçelik bir bölgeyi anlatmaktadır. Fakat bu yerin neresi olduğu konusunda rivayetler muhteliftir. Antropolojik ve sosyolojik verilerle desteklenen en güçlü iddia jeoloji tarihinde bir zamanlar yemyeşil bir diyar olarak gösterilen “Mekke” şehri civarı olduğudur.

İkinci sahnede “Adem” ev (beyt) yapan, hukuk (şeriat) ve ahlak kaideleri üreten “insan türünü” temsil etmektedir. Daha önce insanımsı varlıklar evsiz (ailesiz), hukuksuz (can, mal, ırz, emanet, sözleşme kavramları olmadan) ve ahlak kaideleri (insan eti ve leş yeme, kan içme, zina, ensest yasağı vs.) olmadan yaşıyorlardı. Böyle anılmaya değer bir şey olmadan üzerlerinden uzun zamanlar geçmişti. Nihayet “insanoğlu” akıl, bilgi, bilinç ve konuşma yetenekleri ile donatılmış olarak aile, hukuk ve ahlak üretmekle anılmaya değer hale geldi ve tarih sahnesine çıkmaya başladı. Ev yaparak, hukuk ve ahlak kaideleri üreterek medeni hayata geçiş sağlandı. İnsan hayvanlıktan, şehir ormandan ayrıldı.

Demek ki “Adem ve eşi” bu süreci başlatan (ve şu an bu süreci yaşayan) insanların ortak ismi oluyor. “Tek bir topluluk” halinde yaşadıkları, “aç” kalmadıkları, “çıplak” olmadıkları, “susuzluk” çekmedikleri ve “güneşin sıcağında yanmadıkları” ve “yasak ağaçlara” yaklaşmadıkları yer de onların cenneti.

Demek ki kıssaların anası “yitik geçmişi”, bize “ideal gelecek” olarak yeniden inşa ediyor. “Geleceğiniz yitirdiğinizdedir” diyor. Kadim dini metinlerde “atılmışlık”, “düşmüşlük”, “kovulmuşluk” olarak ifade edilen kötümser yaklaşım, aslında, hep o yitik ideale ulaşamama hüznünün terennümleridir.

Şu halde Mekke’deki ev (beyt), bu nedenle “Evvelu’l-beyt” (İlk ev) veya “Beytu’l-atîk” (En eski ev) dir. İnsanlaşmanın başladığı, eve dayalı medeni hayatın kurulduğu yer anlamındadır. O evi yapan da Adem ve eşi ile temsil edilen medenîlerdi. Bu nedenle İslam’da hacc ilk eve yönelik yapılır. Namazlar ilk eve yönelerek kılınır. Ev’in etrafı tavaf edilir, böylece Ev’e dayalı yaşam yüceltilir. Bu manada İslam’da haccın çok derin anlamları vardır ve her bir ritüeli (nusuk) bir insanlaşma gösterisini ifade eder.

2- Kıssadaki sembolizm açısından cennet ise “ebedi ve ideal ülke” anlamındadır. Burası, en küçüğünden büyüğüne bir “ev” (beyt) olabileceği gibi, bir “mahalle”, bir “şehir”, bir “ülke” veya bir “dünya” olabilir…

Çünkü cennet buralardan kurularak başlar. Dikkat edilirse kıssada cennet kurulmuş, tesis ve inşa edilmiş varsayılmaktadır. “Sen ve eşin cennete yerleşin” bunu ifade eder. Var olan, kurulmuş bir cennet var.

Şu denmek istenir: İşte Allah’ın istediği cennet (ebedi ve ideal ülke) burasıdır! Öyle ki “Orada ne acıkırsın, ne çıplak kalırsın, orada ne susarsın, ne de güneşin sıcağında kalırsın.” Yani orada açta ve açıkta kalmak (yeme, giyinme, barınma sorunu), susamak (ihtiyacın kadar maddî ve manevî ihtiyaçların tatmini) – bitmek tükenmek bilmeyen ihtirasların değil!- ve güneşin sıcağında yanmak (saldırı tehdidi/güven sorunu) yoktur.

İşte bu temel ihtiyaçların karşılandığı, fazlasının paylaşılıp bölüşüldüğü, yığmanın biriktirmenin olmadığı yer bizim cennetimiz oluyor. Dahası uhrevî cennet dünyevî cennetin de aynası. Yani Kur’an’ın öbür dünyadaki cennet tasvirleri, bu dünyadaki cennetin bir nevi ideal tasviri ve ütopyasıdır. Öyle ya cennette yöneten-yönetilen yok! Ezen-ezilen yok! Zengin-yoksul yok! Zenci-beyaz yok! Devlet yok! Sınırlar yok! Pasaport yok!.. Hürriyet var! Adalet var! Sevgi ve merhamet, kardeşlik, paylaşım var! Serazat selam, güvenlik, barış ve esenlik var!

Demek ki cennet, dünyadayken bastırılmış duyguların ahirette kapıp koy verildiği yer demek değildir. Toplu seks, bir erkeğe yüzlerce huri filan yoktur. Allah’ın dünyada yasakladığı bir şeyi orada serbest bırakması muhaldir (imkânsız). Bilakis aynen dünyada olması gerektiği gibi (kadın erkek fark etmez) göz aydınlığı eşler (huri’l-ıyn), mutlu aileler, barış, esenlik, tam bir güven, kardeşlik, sevgi ve merhamet ortamı vardır. Her kim dünyada bunları yaşıyorsa çevresine cennet değerlerini taşıyor veya cennet esintilerini yayıyor demektir. Burada nasıl isek orada da öyle olacağız. Veya orada nasıl olacaksak burada da öyle olmalıyız. Allah’ın dünyada yasakladığı şey ahirette de yasaktır. Yalnız bir farkla; orada yasağa yasak demeye gerek yoktur.

Şu halde “cennete yerleşin” demek, “Böyle bir yer kurun, tesis edin (ve oraya yerleşin) ” demektir. Bu istek bizler için bir ufuk, ideal, hedef, misyon, vizyon, medeniyet, dünya ve gelecek tasavvurudur. Var olanın, var olmayanın içinde ete kemiğe bürünerek yeniden var olmasıdır. Zira her zaman birileri hayal eder ve o hayalin içinde dünya yeniden kurulur. “Kıssaların anası” bize önce o hayali/ideali/ufku veriyor.

Eğer dünyaya bu ufuktan bakarsanız, diğer bütün şeyler gözünüzde küçülür. Onun için Adem’e ve Eşine (bizlere) deniyor ki: “Sen ve eşin cennete yerleşin.” Yani ebedi ve ideal dünyanızı kurun. Bu, 2+1 bir evde olabileceği gibi, bir mahallede, şehirde veya ülkede bile olabilir. “Dünyada cennet olmaz” diye bir şey yoktur. Eğer kuramazsanız, ömrünüz yetmez veya engel olunursanız, gerçekleştirmeye çalıştığınız yeryüzü cenneti, size, öbür dünyada hem de aslıyla “ödül” (ecr) olarak verilecektir.

Bu öyle bir ideal ki ölümle bile bitmez… Güneşler dürülür, yıldızlar dökülür, dağlar yürütülür, mezarlar deşilir, ölüler diriltilir, yerler ve gökler başka yerler ve göklerle yenilenir ve o ebedi ve ideal dünya eninde sonunda kurulur… Günler gelip geçer ve devran döner dolaşır O’nun dediği yere gelir.

Kıssa da “ağaç”, “kişi/öteki” anlamına geliyor. Yani ‘kişi”ye (Sümerce kişi=giş; ağaç) dokunma; canına, malına, ırzına, namusuna, aklına, nesline dokunma… Onlar sana yasaktır. Öldürmek, leş, kan, zina, hırsızlık, yolsuzluk, yalan, aldatma vb. yasak ağaçlardır; bunlara yaklaşma…

Peki, her ağacın tohumu olduğuna göre “yasak ağacın” tohumu ne dersiniz? Yani “yasak ağaçtan yeme dürtüsünü” içimizde oluşturan nedir?

Kıssaların anası onu da veriyor: Birinci sahnede “sağlarından, sollarından, önlerinden, arkalarından” diye ifade edilen ve “yeryüzünde insanlara süslü gösterildiği” söylenen şehvet, şöhret, servet ve siyaset ‘hırsları’… Bunların hepsinin de kökünde “iktidar” tutkusu yattığından, tohum da bu: Mülk!

“Melek olmak” (en tekune melekeyn)…” Buradaki melek olmayı ‘nurdan varlığa dönüşmek’ olarak anlayamayız çünkü hemen sonraki ayette tefsiri geliyor: “Yıkılmayacak bir mülke (mulk-i la yebla) kavuşmak…”

İşte “vesveselerin anası” da bu! Görüldüğü gibi yine mülk meselesi… Yani mal ve iktidar; yani şehvet, şöhret, servet, siyaset; yani yeryüzünde insanlara süslü gösterilenler; yani sağdan, soldan, arkadan, önden ‘adamı’ sersemleten, paçavraya çevirenler; yani şöhretin, şehvetin, servetin, siyasetin (iktidar) insanın “Tanrı-Ben”ini okşayan dayanılmaz hafifliği… Bütün bunların kökünde “mülk” hırsı var! Şu halde daha derine inildiğinde yasak ağaç kişideki “mülk hırsı” oluyor!

Demek ki “vesveselerin anası” insanoğlunun iki büyük zaafını kullanıyor; mülk ve huld tutkusu. Yani güç, kudret, para, servet, şan ve şöhret elde etme, böylece bütün dertlerinden kurtularak rahat ve lüks bir hayat yaşama, tanrılar gibi herkese hükmetme, ne isterse onu yapabilme hırsı… Daha yakından bakılırsa bunların insandaki “açlık” ve “korku” güdülerinden beslendiği görülür. Şöyle ki: Zenginliğe duyulan açlık, şöhrete yönelik açlık, cinsel açlık ve iktidara yönelik açlık mülk arzusunu… Yok olup gitme endişesi, unutulma acısı, ölüm kâbusu vs. de huld (ebediyet/sonsuzluk) ihtiraslarını beslemektedir.

Eğer insanoğlunun gözünü bunlar bürümüşse her şey yapabilir. Aç ve doyumsuz, üstelik korkularla dolu bir insanın eğer kendini gemlemezse yapmayacağı bir kötülük yoktur. Bu uğurda her vaade kanabilir. İşte şeytanlık tam da burada ortaya çıkmakta ve insan bu hırslarına kendini kaptırarak son derece yırtıcı bir mahlûk haline gelebilmektedir. Dikkat edilirse hayatta bütün suç ve günahların kökünde bu ihtiras, bu ihtirasın kökünde de mülk ve huld tutkusu vardır.

Kıssada “Ayıp yerlerini göstermek” insan hayatının suç ve günah işlemeye yönelik tahrik ve teşviklerini anlatmaktadır. Şeytanın doğru yolun üzerine oturup bu yolda yürüyenleri kandırmak ve yoldan çıkarmak için giriştiği her vesvese veya insanın içinden kabarıp gelen her dürtüyü temsil eden bir örnektir. Âdem ve eşi örneğinde kişileştirilmektedir. Onların işledikleri suçun ne olduğu ise meçhuldür. Aslında önemli de değildir. Genel olarak “suç işleme dürtüsü veya tahriki” veya Türkçe’ deki güzel tabirle “ar damarını çatlatmak” için tahrik, kışkırtma, özendirme, suça ve günaha teşvik olarak anlaşılmalıdır.

Şu halde “Onlara ayıp yerlerini gösterdi” demek, “Onları kışkırttı, suç işlemeye teşvik ve tahrik etti; şehveti, şöhreti, serveti, siyaseti (iktidarı) süslü göstererek, suç ve günah işlemelerine vesile oldu” demek olur…

“Ayıp yerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye çalıştılar” ifadesi, “İşledikleri suçu örtbas etmeye çalıştılar, gizlemek istediler” manasındadır. Yani hayatta bütün suçluların yaptıklarını yaptılar. Suç işlediklerini, nefislerine uyduklarını; şehvetin, şöhretin, servetin veya siyasetin (iktidarın) dayanılmaz cazibesine kapılarak “utanç” içinde kalacakları bir iş yaptılar. “Ayıp yerleri görünmek” burada “utanç” içinde kalmayı ifade ediyor. Oysa Allah her şeyi görüyor, biliyor. Hayatta önemli olan insanın şeytanın vesvesesine kanmaması, bu vesveselerle kabaran her tür kötülük dürtüsünün daha baştan yanlış olduğunu bilmesi ve nefsine hâkim olmasıdır. İnsan bunu başarabilecek güçtedir. Bunu başarmalı ve “utanç” içinde kalacağı, sonrada mazeretler arayacağı (cennet yapraklarıyla edep yerlerini örteceği) bir iş yapmamalıdır.

“Kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan…” ifadeleri insanoğlunun hayatta suç ve günah işlememesinin esas yolunun içten gelen tövbe ve pişmanlık olduğunu gösterir. Aksi halde her insanın başına bir polis dikmek çözüm değildir. İnanç, ahlâk, iman ve cânı gönülden Allah’a bağlılık yanlış işler yapmamanın en esaslı teminatıdır. Demek ki insan yanlış işlerinde ısrar etmemeli, yaptığı yanlışlığı dürüstçe itiraf etmelidir. Pişmanlık ve tövbe bu açıdan arındırıcı ve ıslah edici ahlâkî bir erdemdir.

“İhbutû” ifadesi “İnin” değil “Gidin, dağılın” anlamındadır (Ebu Muslim). Yani “Dağıldılar, başka yerlere gittiler, birbirlerinden ayrıldılar” manası emir kipinde (gidiniz, dağılınız) şeklinde ifade edilmiştir. Bu, Yakup’un oğullarına yönelik “Mısır’a gidiniz” (ihbitû mısran) (12/ 61) demesi gibidir.

Aksi halde “aslî günah doktrini” onaylanmış olmaktadır. Oysa ibareyi Âdem ve eşinin (ilk insanların) yaşadığı yerde çoğalmalarına, çevrenin genişlemesine, ilişkilerin giriftleşmesine, çıkar (mülk) kavgalarının başlamasına yormak daha isabetli görünmektedir. Bu durumda bir zamanlar “tek bir topluluk” halinde yaşayan insanların bir arada yaşayamaz hale gelmeleri, şehvet, şöhret, servet ve siyaset (iktidar) kavgalarından dolayı bölünüp parçalanmaları ve yeryüzünün başka diyarlarına dağılmaları, gitmeleri anlatılmış olur. Bu okumaya göre kıssada düz mantıkla aslî günah, cennetten kovulma, dünyaya sürgün, dünyada ceza çekme, insanlığa Tanrı’nın ölüm yargısı vs. diye bir şey yoktur. Anlatılmak istenen; insanlığın gelişim aşamaları (yükseliş ve çöküş yasaları), yeryüzünün bağlık bahçelik bölgesinde (kendi cennetleri) birlikte yaşarken giderek ayrılığa düşerek dağılmaları/parçalanmalarıdır.

Görüldüğü gibi kıssanın bu ikinci sahnesinde ilk bölümdeki soyut ortam kaybolmuş, yerini “adam ve eşi” (insanlar) almıştır. Artık adam ve eşi yeryüzü toprağının bir yerlerindedirler. Ortada şeytan, melek gibi görünmeyen, insan idrakinin dışında kalan ve fakat hissedilen, sezilen olaylar ve kişiler değil, bizzat görünen, yeryüzünün bir yerlerinde yürümeye, koşmaya, nefes almaya başlayan adam ve eşi (adamlar ve eşleri) vardır. Bir anlamda teoloji antropolojiye, semavî prolog dünyevî diyaloğa, gerçeküstücü anlatım toplumsal gerçekçi anlatıma evirilmiştir. Semavî prologla ilişkiye geçmemiz (tümüyle gerçeküstücü anlatım olduğundan) semboller ve kavramlar üzerinden mümkünken, dünyevî diyalogun izini sürmemiz, (toplumsal gerçekçi anlatıma yer verildiği için) olup bittiği yeri bulmamız mümkün hale gelmiştir. Çünkü artık insanoğlunun ortaya çıkışı yeryüzünün tozuna toprağına bulanarak başlamış oluyor.

Hıristiyanlıktaki “cennetten düşüş”, Âdem ve eşinin cennette işledikleri ilk günah yüzünden tüm insanlığın ölüme mahkûm edilmesi, ölüme mahkûm edilen insanlığı kurtarmak için de Tanrı’nın bizzat kendi oğlu “suretine bürünerek” kendini çarmıha germesi ve böylece kurtuluş kapısını açmış olması… Tevrat’ta geçtiği gibi işledikleri suç yüzünden bütün kadınlar çocuk doğururken acı çekmeye, kocası tarafından yönetilme cezasına, bütün erkekler de hayat boyu geçim derdi ile boğuşmaya, ancak emek vererek hayatını kazanabilme cezasına, bütün yılanlar da Havva’yı yoldan çıkardığı için evcil ve yabanıl hayvanların en lanetlisine, karnı üzerinde sürünme ve hayatı boyunca toprak yeme cezasına çarpıtılmış (Tekvin: 2/4–24, 3/1–21) olması…

Bütün bunlar aslında sembolik dini anlatımlardır. Fakat mecaz, avama inince hakikate kalbeder. Yahudi, Hristiyan ve Müslüman avam zihni, basbağı kıssada Adem ve Havva’nın işledikleri ilk günah sonucu cennetten kovulup, yeryüzüne ‘paraşüt’ ile iner gibi indiğine inanıyor.

Bu noktada Hıristiyan teolojisinin kıssanın birinci sahnesine, Yahudi teolojisinin de ikinci sahnesine üstelik tuhaf teolojiler üreterek yoğunlaştığını görüyoruz. Tevrat’ın hiçbir yerinde kıssanın birinci sahnesi (semavî prolog) geçmez. Adam ve eşinin Aden adı verilen bahçedeki maceraları öne çıkarılır. Kitab-ı Mukaddes geleneğinde insanlık tarihi Âdem ve eşinin cennetten veya Aden’deki bahçeden kovulmalarıyla başlar. İnsanlık macerası bu kovulmanın tarihidir. Kurtulmak için ya Tanrı’nın seçtiği millete (İbranîlere) hizmet etmeli veya İsa’nın dönüşünü bekleyen kiliseye sığınmalıyız. Aksi halde ebedi lânet bizimle olacaktır (!).

Oysa Kuran’da birbirini tamamlayan her iki sahnesiyle kıssayı, bu ayetleri okuyan herkesin kendi hayat macerasının duyulur ve akledilir kavramlarla kişileştirilmesinden (semavî prolog) ve bunun insanlığın doğal halindeki bir örneğinin gösterilmesinden (dünyevî diyalog) ibaret görmek gerekmektedir.

Demek ki kıssaların anası, geçmişte öykülendirme yöntemi ile aslında gelecek tasavvuru inşa etmektedir. Demek ki bizler için cennet “aç” kalmayacağımız, “çıplak” olmayacağımız, “susuzluk” çekmeyeceğimiz ve “güneşin sıcağında yanmayacağımız” ve “yasak ağaçlara” yaklaşılmayan bir ebedi ve ideal ülkedir . Kur’an buna evrensel adalet ve barış yurdu (daru’s-selam) diyor: “Allah daru’s-selam’a çağırıyor” (Yunus; 25).

Bunlarla ne denmek istendiği yukarıda açıklanmıştı. Bence tanrısı “Mamon” (para/mülk) olan bir dünyanın alternatifi ancak buralardan çıkabilir. İnsanlığın geleceği açısından tanrısı “Hakk” (gerçek/adalet) olan bir dünyaya geçişten başka bir yol kalmamıştır. “Cenâb-ı Hakk” ise böylesi bir dünyayı kurmak için yola çıkanların gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı olacağını vaat ediyor…

Demek ki “kıssaların anası” başta olmak üzere, Kur’an’ın tüm kıssalarının “yaşayan kıssa” mantığı içinde okunması gerekiyor. Kıssaları dinamik ve aktüel bir yaklaşımla okumalıyız. Çünkü bizim için artık Kur’an’ın tarihi değil; mesajı daha önemli ve öncelikli olmak durumunda. Bu nedenle ilahî mesajda “çağa ve bize ne deniyor” ona bakılması icap eder. Aksi halde Ramazan hocalarından mebzul miktarda dinlediğiniz o sahur mahmurluğunun “ölü kıssaları” ortalıkta cirit atar.

Sonuç olarak, demek ki hayatın akışı içinde her doğan çocuk Âdem’dir. Ve her doğan çocukla birlikte Âdem kıssası yeniden başlar. Anlatılan eskiçağlarda olup bitmiş bir masal değil, bizim kendi hikâyemiz; yaşadığımız hayattır. Burada yaratılış sürecine doğumuyla birlikte katılan her Âdemoğlunun hayatı boyunca nelere dikkat etmesi gerektiğinin öğütleri vardır; iyi ve kötünün doğası, yaşam ve ölümün anlamı, varlık ve oluşun manası vardır. Çünkü her oluş gibi insanın oluşu da bir şeyin içinden yarılıp sökülerek (felaq) gerçekleşir. Her yarılıp sökülen de acı çeker; olma, oluş (kevn) acısı…

 

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol