KAVRAMLAR NEDEN DEĞİŞTİ?...
ALLAH NE DİYOR? KİME DİYOR? NE ANLAMALIYIZ?...

Tek Çeşit yemek ve Samirî’nin Buzağısı

Malum, Kur’an’da “buzağı” anlatısı vardır.
İçlerinde İsrailoğulları’nın da olduğu Mısırlılar, yeni bir yurt arayışı ile Musa önderliğinde Mısır’dan çıkarlar. Kölelikten kurtulup özgürce yaşayacakları yurda doğru ilerlerken türlü döneklikler yaparlar.
‘Özgürlüğün riskine’ katlanamayıp, ‘hür ve bağımsız olacağız diye böyle çöllerde sürünmektense tekrar eski kölelik gönlerine dönmek daha iyi’ diye düşünürler ve Musa’yı yarı yolda bırakıp dönmek isterler…
İşte bu olayları anlatırken Kur’an muazzam mesajlar verir.
Kölelikten kurtulmak isteyen, hür ve bağımsız yaşamak isteyen dünyanın tüm halklarına bunun nasıl gerçekleşeceğinin yollarını anlatır.
Alttakilerin, ezilenlerin, kölelikten kurtulmak isteyenlerin yol haritası mesabesindeki bu anlatılar geleneksel vaizlerin dilinde birer mitolojiye dönüştürülerek anlaşılmaz hale getirilmiş, verdiği muazzam mesajların sinirleri alınmıştır; onlardan bir şey anlayamazsınız.
Oysa bakın ‘Tek çeşit yemek’ ne anlama geliyor ve ‘Samirî’nin buzağısı’ ne demek?
 
Önce tek çeşit yemek…
“Şöyle demiştiniz: “Ey Musa, biz tek çeşit yemeğe katlanamayacağız; Rabbine yalvar da, yerin bitirdiklerinden bakla, acur, sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın.”  Musa da; “Hayırlı olanı daha aşağı olana tercih mi ediyorsunuz? Mısır’a geri dönün, orada istediğinizden var.” demişti. Allah’ın gazabına uğradılar, onlara zillet ve alçaklık damgası vuruldu. Bu, Allah’ın mesajını inkârda ısrarları ve peygamberleri haksız yere öldürmelerinden dolayı böyle oldu, bundan hiç şüpheniz olmasın. Bu böyle oldu, çünkü isyan etmişler ve aşırı gitmişlerdi.” (Bakara; 2/61)
Görüldüğü gibi kölelikten kurtulanlar “tek çeşit yemeğe” (ta’âmin vâhidin) sabredemeyeceklerini/katlanamayacaklarını söylüyorlar. Mısır’daki efendileri Firavun’un çok çeşitli yemeklerinden istiyorlar. Yerin bitirdiği çeşitlerden;  yeşillik, kabak, sarımsak, mercimek, soğan vs. istiyorlar.
Burada “tek çeşit yemek” sadeliği ve ihtiyacı kadar olanı temsil ediyor. “Yerin bitirdiği şeyler” (mimmâ tunbitu’l-arz) ise çokluğu, türlü türlü yiyecekleri ifade ediyor.
“Firavun bizi bolluk içinde yaşatıyordu. Önümüze her türden yiyeceği koyuyordu. Köleydik ama bolluk ve refah içindeydik. Şimdi özgür olduk ama tek çeşit yemeğe talim ediyoruz.” demek istiyorlar.
“Tek çeşit yemek” bugün için sadeliği, ihtiyacı kadar olanla yetinmeyi temsil ederken, “yerin bitirdikleri” yani yeşillik, soğan, sarımsak, kabak, mercimek vs. bugün için “tüketim kültürü” dediğimiz türlü türlü eşyaları, çeşit çeşit metaları ifade ediyor.
İnsanlar sadeliği terk edip daha fazlasına “iştah” edince, buradan yakalanıyorlar ve Firavunlara köle oluyorlar. Firavun onlara bunu veriyor. Onlar bitmek tükenmek bilmeyen yeşillik, sarımsak, soğan, kabak, mercimek vs. peşinden koştukça köleleşiyorlar aslında.
Yani eşyanın, nesnelerin ve metaların kölesi haline geliyorlar. Daha fazla eşya, daha fazla meta, daha fazla tüketim, daha fazla yiyecek, daha fazla giyecek, daha fazla, daha fazla… Bu ihtiras bir türlü bitmek bilmiyor. İhtiraslarının peşinden koştukça metalara köle oluyoruz haberimiz yok.
İşte “tek çeşit yemek” bütün bunları kestirip atıyor.
Şu halde “tek çeşit yemek” bize ihtiyaçtan fazlasına tamah etmemeyi, israf ve gösteriş peşinde koşmamayı, açgözlü ve muhteris olmamayı, “yerin bitirdiklerinin” tamamının bize ait olmadığını, onda başkasının da hakkı olduğunu, “tek çeşit yemek” ile yetinmeyip onlara da göz dikmememiz gerektiğini, ilâhî taksimatta bize düşene (bütün içinde eşit parça; kısmet) razı olmamızı, nasibimiz (taksimatta bize düşen pay) ile yetinmemizi, ‘Buna katlanamayacağız, daha fazlasını isteriz, ötekine düşen payı da isteriz’ ihtirasını bırakmamızı, bunların bizi köleleştireceğini, Firavunların bizi asıl bu zaafımızdan esir aldığını vurgulamakta ve uyarmakta…
“Tek çeşit yemek” ile temsil edilen sadeliğe, kanaatkârlığa, zühde, bütün içinde ‘takdir’ edilmiş olan ‘eşit paya’ (nasip/kısmet) razı olarak bu oyunu bozmamız gerektiği mesajını vermekte…
Bu istek karşısında Musa ne diyor?
“Hayırlı olanı (sadeliği, kanaatkârlığı, zühdü, eşyadan ve metalardan özgürleşmeyi) bırakıp, daha aşağılık olanı (hırs, açgözlülük, doymama, daha fazlasını isteme, ötekinin payına göz dikme, eşya, meta ve tüketim çılgınlığını) mı istiyorsunuz? O istediğinizden Mısır’da çok var, oraya gidin…

Firavun bunları size veriyordu, önünüze bol sarımsak, soğan, yeşillik, kabak, mercimek (eşya, meta) vs. koyuyor, doya doya yediriyor, sonra da ‘eşşek’ gibi çalıştırıyordu, oraya gidin…

Üstelik de aslında azıcığını veriyor, çoğunu kendisi alıyordu. Sizi karın tokluğuna çalıştırıp emeğinizi sömürüyordu. Bal ve süt vermiyordu mesela, yeşillik, soğan, sarımsak, mercimek, nohut veriyordu, bunu bile göremiyorsunuz. Kendi emeğinizin ürünü olan tek çeşit yemeği bırakıp, Firavun’un size çok çeşit görünen soğanına, kabağına, mercimeğine tamah ediyorsunuz, oraya gidin…”

İşte bunun için onlar Allah’ın gazabına uğradılar. Kendilerini “tek çeşit yemeğe” çağıran peygamberlerine karşı geldiler. Onlara özgürlük zor geldi. Önceki kölelik yıllarını özlediler. Tekrar kölelik yıllarında önlerine konan sarımsak, soğan gibi yiyecekleri istediler. Kölelik onların ruhuna işlemişti, özgürlüğün riskine katlanamadılar. Musa da dedi ki: O halde utanç içinde gerisin geri dönün. Orada bu istediklerinizden var…

İşte böylelerine zillet ve alçaklık damgası vurulur. Aşağılık bir hayatla mutlu olurlar. Özgür olmanın şeref ve haysiyetinden nasipleri yoktur. “Bir kaşık aşım, ağrımaz başım” diyerek güce ve zenginliğe taparlar. Görünmeyen bir Allah ve özgürlük onlara çok zor ve katlanılmaz gelir. Kimde zenginlik,  güç ve iktidar görseler kuyruklarını sallayarak etraflarında pervane olurlar.  Böyle yapmakla Allah’ın gazabını çekmekten başka bir şey yapmış olmazlar.
Allah “özgürlüğün” değerini gösteriyor; kendi şerefi ve haysiyeti ile yaşamanın yollarını öğretiyor. Fakat onlar köleliği özgürlüğe tercih ediyorlar. Ve bunu doymak bilmez ihtiraslarının peşinden giderek kendi kendilerine yapıyorlar.
Demek “tek çeşit yemek” sadeliği ile yetinerek küresel Firavunların oyununu bozmak lazım…
 
Gelelim buzağıya tapmaya…
Olay Kur’an’da şöyle anlatılır:
“Musa öfkeli ve morali bozuk bir şekilde halkına döndü. ‘Ey halkım, Rabbiniz size son derece güzel vaatlerde bulunmadı mı? Çok mu uzadı vaat? Yoksa üzerinize Rabbinizden gazap inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözü tutmadınız?’ dedi. Onlar ‘Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden caymadık. Fakat biz Mısır’dan çıkarken halktan üzerimize bir takım süs eşyaları almıştık. Onları attık, aynı şekilde Samirî de attı’ dediler. Senin ardından halkına böğüren bir buzağı heykeli  yapıp çıkardı. ‘İşte sizin tanrınız ve Musa’nın tanrısı bu. Fakat Musa bunu unuttu’ dediler.”(Taha; 86-88).
Görüldüğü gibi Musa halkının yanından uzaklaşınca, Samirî, Mısır’dan getirdikleri süs eşyaları ile bir buzağı heykeli yapıyor ve “Sizin tanrınız da, Musa’nın unuttuğu tanrısı da bu” diyor.


SAMİRÎ: Eski Mısır dilinde “ecnebi, yabancı” anlamına gelen shemer kökünden bir sıfat-isimdir. Dolayısıyla Samirî, Hz. Musa’ya o dönemde katılan binlerce Mısırlıdan birisi olmalıdır. İsrailoğulları Mısır’daki Firavun İmparatorluğu’nun tanrı-devlet sembolü kutsal boğa (Apsis)’in etkisinde oldukları için Musa aralarından ayrılır ayrılmaz, tekrar geri dönme arzusuyla boğa (Apsis) heykeli yaparak eski Mısır dinine dönme eğilimi gösterdiler.
Mısır’daki boğa (bakara) heykelleri, arkasından ve önünden boşluk bırakılarak yapılırdı. Rüzgâr vurunca da böğürme sesi çıkarırdı. Bu boğaya metafizik bir hava verirdi. Genellikle tunç renginde, altın yaldızlı olurdu. Gücü; tanrısal bilgiyi (sihir), devleti ve serveti elinde bulundurmanın sembolüydü. Böyle onlarca boğa heykeli Mısır’ın ana cadde ve meydanlarında dikiliydi. Firavun’un sarayına çıkan yolun her iki yanı da böyle heykellerle doluydu (Eliade). Kur’an’ın en uzun suresine adını veren “bakara” da boğa/inek (Apsis) demek olup bunu anlatır.
İşte Samirî bunun bir benzeri küçük figürünü (ıcl /buzağı) yapmış ve “Bizim eskiden beri Tanrımız bu, bundan vazgeçemeyiz” diye laflar etmeye başlamıştı.
“I’cl” Arapçada buzağı/dana demek olup Türkçede de kullanılan “acele/âcil” kökünden gelir. Kur’an’da insanoğlunun temel bir özelliği olarak dünyaya düşkünlük, dünya malına tamah anlamında kullanılır: “Hayır! Siz şimdi/hemen/peşin (âcile) olanı seviyorsunuz, sonrasını/ilerisini (âhire) bırakıyorsunuz(Kıyamet; 20-21). Keza insanoğlunun temel bir tabiatı olduğu söylenir: “Muhakkak ki insan hemen/peşin/şimdi olana düşkün (acel) yaratıldı.” (Enbiya; 37).
Bu durumda Samirî’nin yaptığı ayette geçen “ıclen cesedâ”, “insanoğlunun burada/şimdi/hemen olana düşkünlüğünün ölü (cesed) bir hayvan temsili ile ifadesi/dışa vurumu” demek olur.
İşte “buzağı heykeli” bu oluyor.

Samirî’nin “Musa unuttu” demesi yaptığı buzağı heykelinin önceden bilinen bir şey olduğunu gösterir. Samirî’nin demek istediği şuydu: “Mısır’daki Firavun sarayının, tanrısal güç, bilgi, iktidar ve servet sembolü olarak kullandığı boğa figürü ile temsil edilen tanrıyı unuttu da gitti görünmez bir Tanrı’yı Sina dağının yamaçlarında arıyor. Hâlbuki önceden bizim tanrımız buydu. Bundan vazgeçemeyiz. Bakın Musa’ya uyduk çöllerde sürünüyoruz. Demek ki Mısır’ın büyük tanrısını kızdırdık. Şimdi tekrar ona dönüyoruz…”
 
Daha sembolik anlamda yorumlarsak, “süs eşyalarından buzağı yapmak” süs, altın, para, servet hırsından vazgeçememek ve bunu elde etmek için Firavun’a yaranmak, ona kölece sığınmak, bunun için de onun soğanına, sarımsağına, mercimeğine, yeşilliğine razı olmak demek olur. Nitekim sonraki ayetlerde “Onların kalplerine buzağı (sevgisi) içirildi” (Bakara; 2/93) ifadesi bunun esasında kalpte olan/içsel bir durum olduğunu gösterir.
Demek ki dışarıdaki put (buzağı) içe içirilmişin/işlemişin; tutkunun, ihtirasın mücessem ifadesi (ıclen cesedâ) oluyor. Bugün hala borsanın sembolünün “boğa” olması bir şeyler anlatıyor olmalı…
Bu nedenledir ki “kalplerine buzağı sevgisi içirilenler” yani süs, altın, para ve servet tutkusu içinde olanlar ve bunun için de Firavun’a kölece boyun eğenler Kur’an’da hep “aşağılık maymunlar”, “domuza dönüşenler”, “haddi aşanlar, aşırı gidenler”, “zillet ve alçaklık damgası vurulanlar” ve “gazaba uğrayanlar” olarak anılırlar.
Bunlar Kur’an söyleminin öfke ibresinin tavan yaptığı yerlerdir. Neye öfkelendiğine/ gazap ettiğine dikkat ediniz. Buradan Fatiha’da her gün okuduğumuz “gazaba uğrayanların/öfkeni çekenlerin yoluna değil” (gayri’l-mağdubu aleyhim) derken ne demiş olduğumuz sanırım anlaşılıyor.
Nitekim yukarıdaki ilk ayette “Allah’ın gazabına uğradılar, onlara zillet ve alçaklık damgası vuruldu…. Çünkü isyan etmişler ve aşırı gitmişlerdi.” denildiği dikkatinizden kaçmamıştır.
“Aşırı gitmek, aşırılık” konusuna dikkatinizi çekerim.
 
Sanıldığın aksine aşırı gitmek “tek çeşit yemeği” (sadeliği, ihtiyacı kadar olanı) savunmak değil; ihtiyacından fazla olanı da istemek, ona hırs beslemek, eline geçirince biriktirmek, paylaşmamaktır.
Yine sanıldığının aksine zillet ve meskenet damgası yemek “tek çeşit yemek” ile yetinmek değil; “yerin bitirdiklerine” yönelik doymaz bir iştah, Allah’ın doğal çevrede var olan nimetlerini (kudret helvası, bıldırcın) az görüp, başkalarının elindekine de göz dikmektir. Onları elde etme uğruna Firavunlara kölece boyun eğmektir.
Yine sanıldığının aksine Allah’ın gazabına uğrayanlar (mağdubu aleyhim) kurumsal bir din olarak Yahudiler değil; O günkü Yahudilerin yaptığını yapanlardır.


Yani “tek çeşit yemeğe” razı olmayanlardır;
“Tek eve” katlanamayıp üstüne havuzlu villa, apartman, kat, yat, cip, jet-ski rezidans vs. ekleyip Karunlaşanlardır. Sonra da bunların esiri/kölesi olanlardır.
“Tek işe” katlanamayıp soğan, sarımsak, mercimek, bakla (tekstil, banka, matbaa, gıda, enerji, medya!) vs. işine de girerek “yerin bitirdiklerinin/ürettiklerinin” hepsine tamah ederek (tekel/baron olmak isteyerek)  kişisel servetlerini katlamak isteyenlerdir. Sonra da bunun esiri/kölesi olanlardır.

“Tek eşe” katlanamayıp sarışın, esmer, kumral vs. heva ve heveslerinin peşinden gidenlerdir. Sonra da onların esiri/kölesi olanlardır.
Onlar kalplerinde buzağı (altın, para, servet, güç) tutkusu olanlar, bunun için egemenlerin önünde kırk takla atanlar, kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez diyenler, az bir menfaat (cemaate yardım, vakfa bağış) gelecek diye zenginlerin keyfine göre ayetleri yorumlayanlardır.
Hem kimmiş aşırı giden?
Aşırı giden ve haddi aşan “tek çeşit yemeğe” razı olan Ebuzer değil; “yerin bitirdiklerinden” yeşillik, bahçe, soğan, sarımsak, bakla, hurma tarlaları da isteyenler, onların peşinden kölece gidenlerdir.
“Tek Allah”ı bırakıp Mamon’a (para, servet/altın/buzağı) tapanlardır.
Aşırı giden ve haddi aşanlar ayette geçtiği gibi kalplerine buzağı sevgisi içirilenlerdir.
“Her ümmetin fitnesi vardır benim ümmetimin fitnesi de mal olacaktır” diyen Hz. Peygamber’in yolunu sürdüren, “Her ümmetin bir putu vardır, bu ümmetin putu (buzağısı) da maldır” diyen Hasan-ı Basri’nin uyarısını önceden haykıran ve ümmeti Musa ve Harun gibi “tek çeşit yemeğe”, bundan fazlasını infaka çağıran Ebuzer marjinal ve aşırı oluyor öyle mi?
Başta Hz. Peygamber olmak üzere, Hz. Ebubekr, Hz. Ömer, Hz. Ali, Ebuzer ve Ammar gibi “tek çeşit yemeğe” razı olmak “kişisel tercih” oluyor öyle mi?
Bunlarınki “marjinal/uç/aşırı”, bunların yolunu terk ederek yerin bitirdiklerinden soğana, sarımsağa, baklaya, yeşil bahçelere, hurma tarlalarına tamah edenler, kalbine buzağı sevgisi içirilenler, süse, altına, servete, mala, mülke iştahla sarılanlar ve yığdıkça/saydıkça sevinenler “normal” oluyor öyle mi?
“İnfak olması için zengin olunması lazım” diyerek Karunlaşıp,  servetinin anahtarlarını bir bölük taşıyamaz hale gelince “Bu buna bendeki bilgi sayesinde verildi” diyenler normal, buna karşı çıkanlar uç oluyor öyle mi?
Bakınız, Ebuzer sayısal olarak hiç de tek değil. Tam tersi tıpkı Samirî’nin tek, Musa’nın halkının çok alması gibi Ebuzer çoğunluğun/geniş halk kitlelerinin sesiydi, asıl diğerleri (saray çevresi) marjinal/uç idi.
Buzağıya tamah edenler hep bir avuç iktidar ve servet sahibi olmuştur.
İşçi/emekçi değil; patron tektir. Halk değil; kral tektir. Askerler değil; komutan tektir. Halkın evleri/ gecekondular değil; saraylar, villalar marjinaldir.
Onlar sihir yaparak gariban halkı kandırırlar. “Kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri” tarih boyunca hep kendi korkularını kitlelerin korkusuymuş gibi lanse etmişler,  kendileri azınlıkta olduğu halde “tek çeşit yemeğe” çağıranları azınlıktaymış gibi göstermişlerdir.

Sorarım size bugün Türkiye’de “tek çeşit yemeğe” katlanan mı çok, yoksa bir eli yağda bir eli balda, Boğaz’da piposunu tüttüren mi çok?
İşçi/emekçi mi çok patron mu çok?
Halk mı çok iktidar ve servet sahipleri mi çok?
Kaç kişi bu tuzu kurular? Topu topu 13.000 aile!
Geniş halk kitlesi işte böyle, o zamanda, Ebuzer gibi “tek çeşit yemekle” yaşıyordu.
Tuzu kuruların sayısı o zaman da azdı, bunun çok çok altındaydı. Fakat toplumsal servetin % 76’sı onların elindeydi. Memleket bir avuç zadegânın şahsi mülkü haline gelmişti.
Bu durumda Ebuzer geniş halk kitlelerinin sesi, soluğu ve nefesi oldu.

Bir avuç saray çevresi onu marjinalleştirmek istedi. Yalnız, tek diyerek  sanki kendileri çoğunluktaymış gibi gösterdiler.  Ebuzer gibilerinin sesini şeytanlığın ve şarlatanlığın her türlüsünü deneyerek bastırdılar, onun için sanki tek başına kalmış gibi göründü.
Kim yalnızdı?
Saray mı yoksa şehrin etrafını sarmış gecekondular mı?
Bir avuç saray erkanı mı milyonlarca halk mı?
Halkın (ümmetin) çoğunluğu o gün de “tek çeşit yemekle” yaşıyordu. Saray çevresi, malcılar, mülkçüler azınlıktaydı. Tarihin her döneminde de böyledir. Ama onlar tehlikenin neredene geldiğini bildikleri ve kitle iletişim araçları ellerinde olduğu için “tek çeşit yemeğe” çağıranları azınlıkta/marjinal/uç gibi gösterirler.
 
Size söyleyeyim: Musa aralarından ayrılınca buzağıya tapanlarla, Muhammed aralarından ayrılınca mala tapanların durumu aynıdır.
Daha geçen gün Kabe’nin örtüsü değiştirildi. Üzerinde 120 kilo altın olan ipek kumaştan yapılmış yenisiyle örtüldü. Eskisi ziyarete gelen devlet başkanlarına (tuzu kurulara) parça parça hediye ediliyor. Ebu Cehil de Kabe’nin örtüsünü böyle altın işlemeli örtülerle değiştirirdi ve bununla övünürdü.
Kabe’nin içindeki putlar yıkıldı, evet. Ama tıpkı Musa gibi Peygamberimiz de aramızdan ayrılınca Samirîler yeni putu dikti. “Bizim asıl tanrımız zaten buydu, Muhhammed onu unuttu” dediler. Tıpkı Harun gibi Ebuzer de yapmayın, etmeyin dedi ama sözünü dinletemedi.

Putu diken halk değildi; Samirî idi!
O halkı kandırdı, buzağıyı süslü gösterdi, “Allah nimetlerini kulları üzerinde görmek ister” dedi, “Güçlü olmamız lazım” dedi, “Aç kalırsınız, üşürsünüz, tedavi olamazsınız” dedi. Halkın zaaflarını istismar etti, zaten hep böyledir…

“Küresel Samirîler” de hep buradan girmiyorlar mı?
Kanmayın günümüzün Samirîlerine, Harun’a kulak verin!
Kanmayın günümüzün Muaviyelerine Ebuzer’e kulak verin!
Musa’yı ve Muhammed’i asıl onlar anlatır size.
Yoksa kalbinize buzağı (altın/mal) sevgisi mi içirildi?
Onun için mi  “tek çeşit yemeğe” katlanamayız diyorsunuz?
Kur’an kimden bahsediyor sanıyorsunuz?
Bu makale de üç bin sene öncesinin İsrailoğulları mı anlatıldı sanıyorsunuz?
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol