KAVRAMLAR NEDEN DEĞİŞTİ?...
ALLAH NE DİYOR? KİME DİYOR? NE ANLAMALIYIZ?...

İslamın içi Nasıl Boşaltıldı?

Yeryüzünde milyarlarca Müslüman…
Binlerce odalı saraylar, hanlar, hamamlar…
Mavi göğe yükselen minareler…
Susmayan ezanlar, inmeyen bayraklar…
Namazlar, cumalar, bayramlar, kurbanlar…
Kabirler, türbeler, Fatihalar, Yasinler…
Bütün bunlar İslam’ın yeryüzünde gürül gürül yaşandığı, dimdik ayakta durduğu anlamına mı geliyor?

Eğer öyleyse İslam’ın şu çiğnenmiş diyarından, ölü ümmet haline gelmiş ve yerlerde sürünen acınacak halimize ne diyeceğiz?
 
Onun için İslam “dinlerden bir din” değildir.
Daha doğrusu “değildi.”
 
Bence üç şey İslam’ı tekrar o eski “büsbütün dini dünyaya” geri döndürdü ve dinlerden bir din haline getirdi.
Bu, aynı zamanda İslam’ın özgün içeriğinin boşaltılması, dinler dünyasına getirdiği re-formun de-forma uğraması; tapınaklarda, minarelerde, ezanlarda, mezarlarda, riüellerde yaşıyor görünmesine rağmen gerçekte kütür kütür yıkılışıydı.
 
Dinlerden bir dine dönüşerek yaşaması onun gerçekte yaşadığı anlamına gelmiyor. Bilakis “Ehl-i kitaplaşma sürecine girerek” ve kendisisine “büyük saygı duyularak” hayattan çekildiği anlamına geliyor.
 
İslam’ı yıkan bu üç şeyi üç kelimeyi ayrı ayrı ele alalım: Mülk, Mucize ve Mevzu
Bu üç kelimenin İslam’a ettikleri sanıldığından çok fazladır. Bunlar İslam’ın özgün içeriğini boşaltmış, dini dünyaya ve insanlığa getirdiği yenilikleri mahvetmiştir.
Ve bu kendi ellerimizle yaptıklarımız yüzünden olmuştur.
 
MÜLK: İslam’ın ilk ve esas mesajı mülk üzerineydi. “Lehu’l-mülk” (Mülk Allah/Halk’ındır.) diyerek başlanmıştı. Her şeyden önce Müslümanın mülk ile kurduğu ilişki düzelmeliydi. Mülk yığıcılık ve mülksüzlük daima sorunludur. Yapılan araştırmalarda mülkten şımarmış muhitlerde yaşayanlarla varoşlarda mülksüzlükten/mesleksizlikten sefalet hayatı yaşayanların ahlaki davranışlarının birbirine benzer çıkması boşuna değil.
 
Her ikisinde de ahlaki kayıtsızlık gözlenmiş. Çünkü toplumların temel ahlaki değerlerini koruyan ve sürdürenler genellikle orta sınıflardır. Bu nedenle orta sınıflaşmış bir toplum en iyisidir. Aşırı mülkçülük ve aşırı mülksüzlük daima hastalık üreten bataklık gibidir.
Kur’an’ın ilk 23 suresini tekrar tekrar okumalıyız. Bu bize neyin ilk ve esas mesele olduğunu, işe nereden başlamak gerektiğini gösterecektir. Baktığımızda 23. sureye kadar putların ismi hiç anılmamakta, daha ilk sure (Alak) zenginliği kendine yeterli görme (istiğna) ile azgınlık/yabancılaşma (tuğyan) arasında ilişki kurarak başlamakta…
İlk eleştiriler hep Mekkeli mülk sahiplerine yönelik…
İlk kıssa mülk (zenginlik-yoksulluk) meselesinin ele alındığı “Bahçe sahipleri” kısası… Allah’ın isim ve sıfatlarından ilk öne çıkarılan daha çok iktisadi yönü ifade eden “Rabb” kavramı…
Peki neden?
Kur’an neden ilk buradan başlıyor?
Çünkü bir yanda tüm toprakların sahibi “ağalar”, diğer yanda o topraklarda karın tokluğuna çalışan “marabalar”…
Ve her geçen gün aralarında büyüyen uçurumlar…
Buradan ne çıkar? “İnsan mı tabut mu?”
Böylesi bir mülk düzeninde Allah’ın “dini” tutar mı? “Tevhid” olur mu?
Buradan çıksa çıksa efendi-köle ilişkisi çıkar.
Kurulsa kurulsa Firavun-köle düzeni kurulur.
Böylesi bir mülk düzeninden “insanca, pek insanca” bir ilişki çıkmaz, çıkamaz, çıkabilemez.
Bu nedenledir ki mülk paylaşım düzenine dokunmayan, en önce buradan başlamayan, tıpkı Kur’an’ın başlayışı gibi işe ilk buradan başlamayan din söylemleri afyondur.
İlk istiğna-tuğyan ilişkisini işlemeyen din dersleri afyondur.
İlk mülk sahibi zümreleri hedef almayan din söylemleri afyondur.
İlk “bahçe sahiplerini” anlatmayan din vaazları afyondur.
İlk ekmek verenin, aş verenin, yedirenin, doyuranın “Rabb” olduğunu söylemeyen din teolojileri afyondur.
Eğer elinizdeki kitap Kur’an ise bu böyle…
“İlkleri boş ver, sonraya gel” derseniz sonrası da öyle…
 
İşte İslam’ı içeriden ilk yıkan şey eski cahiliye mülk ilişkilerine geri dönüş (irtica!) olmuştur. İslam ilk buradan yıkıldı. Daha başlamadan otuz yıl içinde bitti…
 
Dinden dönenler (mürtedler) ilk bundan döndü. “Zekât vermeyeceğiz, böylesi bir mülk düzenini kabul etmiyoruz” dediler. Bunun için mürted aslında yeni mülk düzeninden dönen demektir.
 
Cahiliye döneminin vahşi kapitalizmi, İslam’ın paylaşımcı mülk düzenini, yeni kardeşlik iktisadını kabullenemedi. Tarihin akışı içinde gayet esastan bir çıkış olduğu için belki de “içerisi” dahi bunu benimseyemedi.
 
Hedeflerini gerçekleştiremeden tarihten çekildi. Hâlbuki peygamber zamanındaki ideallerin hedefine tam ulaşması ve insanlıkta kalıcı bir tarihsel dönüşüme neden olması için en az yüz yıla ihtiyaç vardı.
Topu topu otuz yıl kadar sürdü.
 
“Benden sonra birbirinizin boynunu vurmayın, Müslüman’a kardeşinin canı, malı, ırzı haramdır” denmesine rağmen canlar heder edildi, mallar yağmalandı, ırzlar çiğnendi.
“Mülk” (mal, iktidar) yüzünden iç savaşlarda dünyanın gözü önünde 90 bin kişi birbirini kesti. “Muhammed’in adamları birbirini yiyor” dedirttiler.
İslam o günkü dünya kamuoyunda “Çölde yeni bir din (peygamber) çıkmış kölelere özgürlük (fekku raqabe) diyormuş” diyerek duyulmuştu…
Bu sese kulak kabartan Sasani ve Bizans’ın köleleri, ezilenleri, mahrumları, çaresizleri, İslam’ın içindeki mülk kavgasını görünce “Bu da diğerleri gibi” dediler ve umutsuzluğa gark oldular.
İşte o an “çölde haykıranın sesi” duyulmaz oldu. Dünya kamuoyunda estirdiği o muazzam rüzgâr hızını kaybetti.
Ebuzer’in çöle gömülmesiyle yıldızı söndü.
Ali’nin yenilmesiyle rüzgârı dindi.
Kanımca sonrası Sasani ve Roma mülk/devlet/imparatorluk düzeninin kılıf değiştirmiş tekrarından başka bir şey değildir…
Tekrar köle ve cariye sahibi olma yarışına girdiler.
Uçsuz bucaksız mal sahibi olma üstünlük ölçüsü ve fütuhat hırsı haline geldi.
Zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum büyüdükçe büyüdü. “Son hak din” dahi buna engel olamadı…
Peki, dinin teorisinde mi bir sorun vardı yoksa onu anlayan zihin mi sorunluydu?
Tabi ki ikincisi…
 
Bugün BM verilerine göre yeryüzünde 1 milyardan fazla  insan sokaklarda aç dolaşıyor. Allah bugün peygamber gönderse ilk ve esas mesele olarak yine buradan başlayacaktı. “1 milyar insan hangi suçundan dolayı aç?” diye soracaktı. “Tevhid ve şirk bununla ilgili değilse nedir?
 
Özellikle ilk 23 sure başta olmak üzere tüm Kur’an’ın mülke bakışı bunun apaçık kanıtıdır. Sürekli olarak verme (infak) emrediliyor, biriktirme, yığma (kenz) yeriliyor. Kur’an’ın tek bir yerinde bile mülk biriktirmenin övüldüğünü görmedim. Dinin teorik içeriğinde bir sorun yoktur.
 
Öyleyse bu Kitap ezberlenerek, aynlar patlatılarak mehcur bırakıldı!
Duvarlara asılarak, tapınaklarda inletilerek, duvarlara, sütunlara, mezar taşlarına okunarak terk edildi.
Kitabın ilk ve esas konusu olan mülk meselesi neredeyse bütün dini guruplar, cemaatler, mezhepler, tarikatlar tarafından unutuldu, yok hükmünde sayıldı.
Hala öyle…
Onun için ta Ebuzer’den beridir fena bozulmaktalar…
Gayet sevimsiz, sıkıcı ve çuvaldız gibi içe batıcı bulmaktalar.
Eh, siz Kitap’ı terk ederseniz o da sizi terk eder!
Bakınız, cennetle müjdelenen on sahabe (Aşere-i Mubeşşere) içinde ilk üçü hariç (Ebubekr, Ömer, Ali) hepsi toprak ağası oldu.
 
Öldüklerinde geride en küçüğünün binlerce dinar mülkü vardı. Sadece birisine 700 köyden haraç geliyordu. Din-u devlet faaliyetinin sonucu böyle mi olmalıydı?
 
Nasıl Harun gelip Karun oldular? Neden Peygamberimiz olmadı, Ebubekr, Ömer, Ali olmadı da onlar oldu?
Öteden beri hep merak ederim neden cennetle müjdelenen on sahabe içinde tek bir yoksul sahabe yok?
Ebuzer nerede? Ammar? Bilal nerede? (Çünkü o liste uydurmadır; “Mevzu”)
Demek ki en önce din-u devlet tefessüh etti, mülk-i millet bozuldu!
İslam işte ilk buradan yıkıldı!
Mülkten kaybettik ilk önce mülkten!
 
MUCİZE: Mülkte cahiliye anlayışına geri dönüş Müslüman’ın eşya ile ilişkisini yani ontolojisini bozduğu gibi, mucize zihniyeti de epistemolojisini bozdu.
Yani bilgi kaynakları dumura uğradı. Gözler, kulaklar, kalpler mucizeye, kehanete, keramete ve intizara (bekleyişe) alıştırıldı.
İnsana, tarihe, hayata ve tabiata yabancılaşıldı. O eski “büsbütün dini dünyaya” geri dönüldü.
Çünkü Yahudilerin kehanet, Hristiyanların mucize, Mecusilerin bekleyiş (intizar), Şamanların gök tanrı, ruhlar, mezarlar ve atalar zihniyeti her yanı sardı.
Dini dünya bunlardan ibaret hale geldi.
 
Mucizeleştirmeler aklı örten bir afyona dönüştü. Araştırma ve inceleme gereği duymayan, “Allah” deyince her şeye inanan, yaşayan apaçık ayetleri (insan, tarih, hayat ve tabiat) mucize saymayan bir zihniyet sardı her yanı.
Kur’an kutsandı, mucizeler kitabı haline geldi. Esas büyük el-Kitab’ı (Kâinat Kitabı’nı) işaret eden bir işaret parmağı olarak görüleceği yerde bizzat kendisi en büyük kitap haline geldi. Kafasını küçük Kitap’a (Kur’an) sokan ve bir türlü büyük el-Kitap’ı (kâinat, evren) göremeyen zihinler türedi.
 
Müslüman ümmet elindeki Kitap’ın her şey olduğunu sandı. Bütün her şeyi orada vardı. Çalkaladıkça kendinden yağ çıkan kap gibi sıkışınca çalkalamak yeterliydi.
 
Okuyanlar, üfürenler, muska yapanlar, şifre arayanlar, cifr hesapları gırla gitti, gidiyor.
Elin oğlu el-Kitap’ı (kâinat, evren, doğa) okuyarak bir bilimsel buluş mu yapmış, hiç telaşa gerek yok. Elimizdeki mucizevî kitapta kesin haber verilmiştir!
 
Denizleri yaran Musa, ölüleri dirilten İsa, ateşte yanmayan İbrahim, kayadan deve çıkaran Salih, üçyüz yıl uykuya dalan Ashab-ı Kehf, karıncayla konuşan Süleyman ve göğe çıkan İsa vs. vaazlarıyla uyuşan kitleler, “Bunlar bugün niye olmuyor?
 
Filistinli çocuklara, Iraklı annelere neden mucize inmiyor?, Kuşlar, karıncalar şimdi neden bizimle konuşmuyor? Yaşayan el-Kitap’da bunlar niye yok?” sorularıyla karşılaşınca şüphe vadilerinde dolanmaya başladılar. Ya da “vardır bir hikmeti, töbe töbe” diyerek içlerine attılar.
 
Hâlbuki bunları eski dünya dinlerinin etkisinden kurtularak, zaten Kur’an’da geçmeyen ve asla bir Kur’an kavramı olmayan “mucize” kelimesine başvurulmadan açıklamak gayet kolaydır, anlaşılabilirdir, apaçıktır. Biraz karşılaştırmalı dinler tarihi, biraz eski uygarlıklar, Kur’an’ın işaret ettiği gibi biraz yol kenarlarında duran eski çağlara ait kanıtlar, biraz arkeolojik kazılar, biraz tabiat tarihi, biraz bu formda gelen ve bütün kutsal kitaplarda görülen sembolik dil üzerinde çalışılsa gayet güzel anlaşılacak.
Fakat mucizeleştirmeler bütün bunları yok ediyor.
 
Müslüman zihni tarihe, hayata ve tabiata yabancılaştırıyor.
Kafa konforu rahat, insanlık acısı ve varoluş sancısı çekmeyen, beyninde hiç merak uyanmayan, soru sormayan, sormayı şeytan işi sayan, teslimiyetin sorular sordukça değil; sormadıkça gerçekleşeceğini sanan, akletmeyi, deneyi, gözlemi kör itikatla örten, gayet kolay olup bitenleri, başına “Allah”, ortasına “Kadir-i Mutlak”, sonuna “mucize” getirerek açıklayıveren bir zihnin oluşmasına neden oluyor.
 
Oysa ne olup bittiğine nüfuz edemiyor. Gerçekliğin içinde değil; gerçekliğe paralel kurgusal bir dünyada yaşıyor. A. Şeriati’nin dediği gibi alinasyon (yabancılaşma) içinde…
 
Bu zihnin insanlıkta sıçrama yapması mümkün değildir.
Yeryüzünün öğretmeni, öncüsü, önderi, Kur’an’ın tabiri ile “şahidi” olması mümkün değildir.
Gassilin elindeki meyyit gibi Hint gurularının ayağını yalamak ya da şeyhlerinin haremine girmek için sıra bekleyen akılsızlar işte bu narkozlanmış dinî zihnin ürünüdür.
 
Böyle olunca peygamberler harikalar diyarında dolaştırılır. Gerçek hayata paralel halisinasyonik bir dünya kurulur. Halbuki var olan hayat ve yaşayan tabiata paralel cinlerden, meleklerden, şeytanlardan, ruhlardan, ifritlerden, nuranî varlılardan oluşan ayrıca bir dünya yoktur.
 Allah melekelerini (gücünü, kudretini) bu paralel ruhani dünyada değil; gözümüzün önünde yaşayan gerçeklikte; yerlerde ve göklerde gösterir. Güneşle, ayla, yıldızlarla, denizlerle, ırmaklarla, geceyle, gündüzle, ağaçlarla, kıtalarla, bitkilerle, 1 milyon canlı türüyle vs. gösterir, gösteriyor. Kur’an işte buna “göklerin ve yerin melekûtu” diyor.
 
Cinler (daha göremediğimiz türler, varlıklar), şeytanlar (kötülük hırsları, dürtüler) ve melekler (tabiat güçleri) hepsi buradadır.
 
Keza Allah yepyeni alemler yaratmaya kadir olduğu için ileride ölüleri diriltecek, kıyameti koparacak, cenneti ve cehennemi kuracak, defterler açılacak, hesap günü gelecek ve ahiret hayatı yaşanacaktır. Buna da Kur’an yeniden yaratılış (halk-ı cedid) diyor. Biz buna iman ederiz, ispatı ile uğraşmayız, bilimin konusu yapmayız. İslam imanı, maneviyatı ve ruhaniyatı yalnızca bu olmak icap eder.
 
Bunun dışında Yahudi kehanetlerinin, Hristıyan mucizeleştirmelerinin, Mecusi bekleyişlerin bu dinde yeri yoktur. Onlar o eski “büsbütün dini dünyada” kaldı. İslam’ın dini dünyaya getirdiği reformun ve eski dünya ile yeni dünya arasında duran misyonunun asıl burada ortaya çıktığını artık görmeliyiz…
 
MEVZU: Vazolunmuş/uydurulmuş rivayetler demektir. Bununla şu an tefsir, fıkıh, siyer, tasavvuf, kelam özellikle de hadis kitaplarına sızmış, medreselerde, dergâhlarda, cemaat mahfillerinde, şeyhlerin sohbetinde, vaizlerin dilinde anlatılıp durulan ve asla sorgulanmayan Diyanet’in mevzu hadisler kitabına göre de mevzu (uydurulmuş) 200 bin küsur hadisi kastediyoruz.
Mülk anlayışıyla eşya ile mucizeleştirmelerle bilgi ile ilişkisi dumura uğrayan Müslümanın, bu uydurmalarla da peygamberle ve sosyal hayatla ilişkisi mahvolmuştur.
İslam üçüncü olarak da buradan yıkılmıştır.
Öyle ki “Nebiye atf ile binlerce herze uydurdun/ Yıktın da dini mübini yeni bir din kurdun.” diyen Akif bile, görüldüğü gibi bu yolla “yeni bir din kurulduğundan” bahsetmektedir.
İş durum bu kadar vahimdir.
 
Demek ki “Gâle Rasulullah” (Allah’ın elçisi dedi ki) diyerek kurulan bir “herze-i din” den rahatlıkla bahsedebiliriz. Farsça’dan dilimize geçen herze boş laf, lakırdı, saçmalık, saçma söz, uyduruk manasındadır. Bu durumda “herze-i din” peygamberin ağzından uydurulmuş, akıl dışı, absürd, saçmalıklar dini demek oluyor. Bunlarla dinin yüzü “çehre-i memsuh” (çirkin bir yüz) halini almıştır.
200 bin uydurulmuş hadis” fazla abartılı gelmesin. İmam Buhari’nin kitabına aldığı 7145 hadisi 600 bin (tekrarları ile beraber olmalı) hadis arasından seçmiş olması herzeliğin ne boyutlarda olduğunu göstermesi bakımından çarpıcıdır. Demek ki Buhari söylentiler halinde dolanan 592. 855 hadisi inkar etmiş! Çok da iyi etmiş. Kanımca Buhari böyle yapmakla kurulmaya çalışılan yeni herze-i dine ağır bir darbe vurmuştur. Ancak yetersizdir, daha fazlasını da yapmalıydı. Çeşitli yollardan kitabına herzelerin girmesine tam da mani olamadığı görülüyor. Şimdi bunu da çağımızın alimlerinin yapması gerekiyor.
Düşünelim… Buhari’nin inkar ettiği 592.855 hadis şu an nerede? Toprağa mı gümüldü? Tamam, Buhari’nin kitabına girmedi diyelim ya diğerlerine? Kaldı ki kitaba girmese bile dillerde dolaşıyor. Bu uydurma hadislerin çoğunu din vaazlarında, yazılarında, söylemlerinde, derslerinde, kurslarında, programlarında vs. duyup durmaktasınız. Uydurma (mevzu) rivayetler yaşıyor, aramızda! Hatta öyle ki sırf bu uydurmalar üzerine dini cemaatler kurulmuş, guruplar oluşmuş. (İsa dönecek, mehdi çıkacak, mesih gelecek, deccal zuhur edecek vs.).
 
Baktığımızda namaz kılmayana sopa, hapis veya ölüm cezasından zina edenin taşlanmasına…
Zekatın kırkta bir olduğundan ‘ben Müslümanın zengin olanını severim’ söylemine… Köle ve cariye edinmenin caiz olduğundan müzik aletlerinin kırılması gerektiğine… İmamların Kureyş’ten olması gerektiğinden mehdinin çıkacağına…
İsa’nın kıyamete yakın geri gelip mehdinin arkasında namaz kılacağından zamanın imamına biat etmeden ölenin cahiliye ölümü üzere ölmüş olacağına…
 
Dinden dönenin öldürülmesi gerektiğinden dördüncü kez içki içenlerin öldürülmesi gerektiğine…
Peygamberimizin Medine’de Yahudi kabilelerini soykırım uygulayarak katlettiğinden savaşta kadınların ve çocukların öldürülmesine izin verdiğine…
9 yaşındaki Aişe ile evlendiğinden hayızlı iken kadınların namaz kılamayacağı, Kur’an’a dokunamayacağı, camiye gelemeyeceğine…
 
Kadınların zeka ve din bakımından eksik olduğundan önünden eşek, köpek veya kadın geçerse namazın boşa gideceğine…
Erkeğin kadını ‘boş ol’ demekle boşayacağı fakat kadının erkeği boşama hakkı olmadığına…
Sakalın, çarşafın, sarığın, cübbenin, sünnet olmanın dini vecibe olduğundan hidayete erenlerin Arap isimleri almaları gerektiğine…
Altın ve ipek giymenin erkeklere yasak olduğundan resimli eve girmenin haram olduğuna (halbuki anlatılmak istenen lüksten kaçınmak sade yaşamaya özendir)…
 
Peygamberimizin okuma yazma bilmediğinden kainatın onun yüzü suyu hürmetine yaratıldığına…
İşaret parmağı ile ayı yardığından def-i hacet yaparken ağaçların koşup gelerek üzerini örttüğüne…
Salavat getirmenin dini bir vecibe olduğundan terinden ve idrarından insanların şifa bulduğuna kadar “binlerce” rivayet işbu uydurma, yarı uydurma veya ne söylendiğini anlayamama yüzünden, Müslüman dindarın sosyal hayatla ilişkisi, daha önceki Ehl-i kitaplaşmaların (Yahudi/Hristiyan dindarlığı) neredeyse tıpkısını aynısı bir süreçle tuhaf bir dini şizofreni halini almıştır.
 
Bu, dindarın insana, hayata ve tabiata yabancılaşmasından başka bir şey değildir. Ve bu dinlerin afyon yüzü sayesinde olmuştur.
 
Bu noktada Akif’in dediği gibi gerçekten de ‘yeni bir din’ kurulduğunu söylemek hiç de abartı görünmüyor.
Oysa İslam’da hadisler itikatta delil olmazlar. Amelde ise bir Kur’an ayetine dayanıyor ve onu açıklıyor olmaları gerekir. Bu noktada hadisler dini bir değer ifade etmekten ziyade sosyolojik bir değer ifade ederler. Dönemi anlamamıza, Kur’an’ın nüzul ortamına ve arka planına inmemize, dil, tarih ve kültür evrenini kavramamıza yardımcı olurlar.
Şahsen ben uydurma hadisleri bile okurum; Arap zihni nasıl uydurur, uydurma havsalası nereye kadardır, hangi saikle uydurur onu anlamak için!
 
Esasında en güzel hadis (ahsenu’l-hadis) Kur’an’dır. (39; 23) Kur’an’ın “hadis” kelimesini kullanışı da ilginçtir. Yusuf suresi şu ayetle biter: “Açın kulağınızı! Peygamberlerin yaşam öykülerinde akıl ve vicdan sahipleri içir dersler vardır. Bu uydurma bir söz (hadis) değil. Bilakis önceki çağlardan doğru namına ne kalmışsa sürdüren, her şeyi açık açık dile getiren ve iman edecek halklara yol gösteren sevgi ve merhamet kaynağıdır.” (Yusuf; 12/111).
 
Başka bir yerde de sorar: “Allah’tan ve ayetlerinden başka hangi söze (hadise) inanıyorlar? (45/6).
Demek ki “Muhammed’in hadisleri” esasında Kur’an olmaktadır. Çünkü Kur’an hem “şerefli bir peygamberin sözü” (kavlu resulin kerim) hem de “Alemlerin Rabbi’nden indirilme” (kelamullah) tır. (Fecr; 40, 43).
 
Anlaşılmış oluyor ki İslam’ın teorik olarak değil; pratik olarak yıkılışı üç yolla olmuştur. Önce eşyayla kurulması gereken ontolojik ilişki mülk anlayışı ile çökmüş, sonra bilgi ile kurulması gereken epistemolojik ilişki mucizeleştirmeler ile dumura uğramış, sonunda da peygamberin örnekliği üzerinden sosyal hayatla kurulması gereken gerçekçi, makul, dengeli ve sürdürülebilir ilişki şizofrenik (gerçeklikle ilişkisi kopmuş, kurgusal paralel bir dünyada yaşayan) ve manik depresif (aşırı iyimser dışavurum ve aşırı kötümser içe kapanma) bir hal almıştır.
Yani bu mevzu (uydurma) rivayetler dindarı hasta etmiştir hasta!
 
İşte Mülk, Mucize ve Mevzu sözcüklerinin bende ifade ettiği mana budur.
İslam’ın içinin boşaltıldığı üç şey (tersinden) İslam’ı yeniden kuran üç şey de olabilir. İslam’ın misyonu, vizyonu ve orijinalitesinin burada olduğunu düşünüyorum. Aksi halde İslam “dinlerden bir din” olarak insanlıkta devam da edebilir, ediyor da zaten.
Mülkle ilişkisi bozulmuş, mucizeleştirilmiş ve mevzu rivayetlere boğulmuş bir sürü din vardı, hala da var. Düşünün: İslam neden var?
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol